İnayet

Bölüm 5: Kapıyı Çalan Anahtar

Kitabıma dönüyorum.

Bu da yeni numaramız: Benim Kitabım! Kitabımız de bari, Bıyık’la Müntehir’e yer açılsın kanepede. İyelik ekleri ağız alışkanlığı yapabiliyor demek ki; hayırlısı olsun.

Odaların bulunduğu ikinci kat koridoruna çıkabilmek için bahçeden merdiven girişi koymuşlar. Daha doğrusu beton merdiven binanın dışından yapılmış anladığım kadarıyla. Yağmurlu günlerde aprona getirdikleri tenteli uçak merdivenine benziyor. Tırabzanı ahşap yalnız bunun. Evet, İnayet, gitti o uçak. Tepesi tuğladan örülmüş olsaydı “tonoz” diyebilirdim, o şekilde bombeli; tuğla falan değil tabii, pleksiglas gibi bir malzemeyle kapatmışlar üstünü.

Sanat tarihi dersinde tonozu anlatabilmek için kubbeden gidilir niyeyse; “Karenin üstüne en büyük daireyi oturtun bakalım taşırmadan”. Oturttuk, kolaymış. Kubbeyi anladık, tonoz ne? “Şimdi de dikdörtgenin üstünü aynı şekilde kapatmaya çalışın…” Kapatamazsın. Hâlbuki tünelden anlatsan ne kadar kolay. Maden ocağı tünel demek.

Açık havadan kapalı mekâna girerken geçişi yumuşatsın diye sonsuz çeşitlilikte ara yerler tasarlanmıştır. Ani geçişlerden hoşlanmaz insanlar. Mekânsal olması şart değil zaman da yumuşatılır: “Hastanedeymiş” denir. “Hazırlan sen, burada bekliyorum. Durumu gidince öğreniriz, hırkanı al, ayağına rahat bir şey giy, doğalgazı kapatalım mı?” Çoktan morga indirilmiş ölülerin zamana yayılmış ölümleri uzar da uzar. Biz gözümüzle görüp ikna oluncaya kadar yaşatırlar insan ölüsünü, sonra da bizzat görür öldürürüz nihayet.

“Çekil önümden! Geline anlat sen onları eşşoğlueşşek! Ben babamı da kocamı da madenden aldım, suratından belli ne olduğu, vay başıma! Gülmedim…” demiş kadın mesela kapıya geldiklerinde. Onun oğlu tam o anda ölmüş sayılır. Babasıyla kocası da bir kere daha ölmüştür belki o sırada. Sigara molası böyle anları yorumsuz atlatabilmenizi sağlıyor. Tuttum bir sigara daha, aldı, konuşmadık. Kavrama anı, gerçeğin kendisinden daha kayda değerdir. İşte ölü şimdi senin için de öldü. Girdin artık kapalı mekâna, bitti geçiş. Uzadıkça umutla süsleyecektin zaten; camla, çiçek tarhıyla, çitle, parmaklıkla; “…aralıksız süren arama kurtarma faaliyetleri…” falan. Geçiş mekânları diyorum; yürüyüş yolları, sundurmalar, sofalar, sahanlıklar ve yumuşatılmış kara haberler. Bilgi de bir kapalı mekân, öylece elini kolunu sallayarak giremezsin.

Sizde uyandırdığı hisse göre “yarı açık” veya “yarı kapalı” diye tanımlanabilecek yerler doğmuştur. Garip bir biçimde -tanımlarının aksine- yarı açık olanlar hâlâ binanın devamında, yarı kapalı olanlar ise dışarının bir parçasında yürüdüğümüzü ima eder. Eğer yürüyorsanız tabii. Bu ikisinden de değil. Kapısı hatta halısı bile var. Merdiven bu. Saat on bire doğru kilitliyorlar. Eğer gece tırmanmak istiyorsanız -kapı söz konusu olduğu için girmek de denebilir- uykulu ve mutsuz bir adamı bulup ondaki anahtarla açtırmak zorundasınız yukarı geçebilmek için.

Oysa maden için tünel bir geçiş yeri değil mekânın ta kendisi. Kapısı da yok, çiçek tarhı da, camekânı da. Madende mesai yirmi dört saat. Üç kere sekiz: Yirmi dört. Üç vardiya bu açıdan çok ilginç işte, tüneller her zaman kabul ediyor sizi yani. Uykulu ve mutsuz sevdikleriniz yine uyanıyordur belki sizi kapıdan geçirmek için ama ev orası daha. Madende tünelden geçilip gidilecek bir yer yok, tünel için geliyorsunuz.

Vardiyaların adları da komik. Birinci vardiya “sabah” -hayır, komik olan bu değil, buna tamamen tahmin edebileceğiniz nedenle böyle deniyor-. İkincisinin adı “Paşa Vardiyası”; bu komik işte. Konforlu anlamında kullanılıyor olabilir: “Öğleden sonra işbaşı, oh, paşamdaki keyfe bak!” gibi yani. Dedem generallere “Paşam” diyenlere çok sinirlenirdi: “Sarı tombalak oğlanları büyük halaları çağırır paşam diye, ne halt etmeye bu heriflere paşam diyorsanız!?”

“Ben tombalak mıyım niye paşa çayı içiyorum?” diye ağlamama da gülerdi: “Ben oğlan çocuğu muyum diye ağlaman lâzım normalde ama senin aklın değişik çalışıyor” demişti bana bir gün.

Sırf bu yüzden, el ovuşturan yaver kılıklı televizyon programcıları tarafından uzman niyetine yayına çıkartılıp “Öyle mi olur Paşam? Böyle mi olur Paşam? Şuna ne buyurursunuz Paşam?” diye tıpışlanan adamları ciddiye alamadım. Hayır, belki uzman gerçekten paşam, dinleyebilsem anlatacak meseleyi ama benim gözümden bir türlü yanakları halaları tarafından sıkıştırılan, bahriyeli kıyafeti giydirilmiş, saçları kâküllü, çakır gözlü tombalak oğlanlar gitmediği için gülmekten ne stratejik analizlerden mahrum kaldım kim bilir? Düzelmez benimki artık. Hiç değilse akşam haberlerinin stratejik analiz bölümüne yeni bir isim buldum: Paşa Vardiyası.

Üçüncüsü, çalışmak için insan tabiatına en uygunsuz saatte iş başı yapıyor, gece yarısı: “Serseri Vardiyası”. Haydi gece gezenler serseridir önyargısını anlayabiliriz ama gece çalışanlar için ayıp olmuyor mu biraz? Haksızlığa bak! İş güç sahibi insan, niye serseri olsun?

Çıktım yukarı.

Koridor loş, bu saatlerde sessiz oluyor. Polisiye seviyorsanız kadının başına kötü bir şey gelmeden hemen önceki an gibi ortalık. Kuytulara saklanmış serseriler, göz kırpan arızalı floresan, şüpheli gölgeler… Peyami Safa üzerine dönem ödevi vermişliğim var benim. Daha doğrusu Server Bedii üzerine. Bırakalım gece çalışanları, mesleksiz adama bile serseri denmez diğer yandan. “Hey Kahpe Dünya”nın Haldun’u uyarır; “…bu çok yanlış; serserilik bir meslektir, usulü ve kaideleri, tarihi ve ananeleri, şeref ve menfaati vardır…” Ayıp yine de bence serseri vardiyası demek.

“B+ verebildim İnayetçim, az kaynak kullanmışsın…”

Yapacak bir şey yok. “Türk Edebiyatında Modernleşme” dersi için yeter o not. TK 212. Devam eden bir süreç neticede; bakalım Türk Edebiyatı B+ seviyesinde modernleşti mi? Hiç gereksiz hırs bulunmaz bende. Ayrıca neden bütün ders kodlarımın uçak kuyruk numarasına benzediğinin de mantıklı bir açıklaması yok. Gitti sonuçta. Uçak diyorum. Saklanıp saldıracak serseriler bulunmayınca koridorda güvenli bir yürüyüşle kapıma ulaştım. Kapın, kitabın, uçağın, kızarmış ekmeğin; son ver şuna İnayet! Sahiplenmek hayal kırıklığıdır eğer zorbalık değilse tabii. Ekmek masadaydı sadece, senin malın değildi. Durmadan onu bunu sahiplenirsen birisi de “İnayetim” deyiverir yüzüne işte öyle. Sahiplenilirsin. Kalırsın mal gibi. Büyükbaş hayvan anlamında değil de meta anlamında diyorum. Dedem doğrudan sığır anlamında kullanırdı. Aynı hafta içinde kendimle ilgili ikinci bir hayvan benzetmesini kaldıramam zaten; “Yaralı Yavru”yu yeni atlattım sayılır.

Düzeltiyorum o vakit; odanın kapısına bir kutu koymuşlar.

Anahtarı taktıktan sonra eğilip aldım. Tek uçtan sabitlenip dengeye zorlanmış her oynak ağırlık gibi o da hareketin bittiğine ikna olmadı sallanıyor. Metale halka şeklinde iki turluk telle tutturulmuş kalınca plastik. Sesine bakarsan belki de mika. Oda numarası diyorum, sallanarak kapıyı çalıyor: Tık, tık, tık… Boş odanın kapısını çalan anahtar! Ne kadar zarif. Anahtarın kapı çalması yani. Bizzat hakkın olan ve hatta gerçekleştirmek için yaratıldığın işi yapmak için izin istemek!? Şu dünyada -kimin nasıl düşünüp konuşacağı gibi- hiç haddi olmayan işlere izinsiz burnunu sokan milyonlarca insan varken anahtarın tutumu gayet basiretli göründü gözüme. İlk anda hissettiğimden daha ağır küsmüş olabilirim “sade konuşma” işine. Sahiplenilmeyle bir ilgisi var galiba ama sevgiyle ilişkisi zayıf sanki bu tür müdahalelerin. Sevmek sahiplenmenin en güzel halidir, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin hali. Saramago olabilir. Umarım kimse “Girin” demez bu arada. Server Bedii’den Edgar Allen Poe’ya savrulmayalım. Boş odada içeriden kilitli kapı onun klasiğidir. Yok, “Sarı Odanın Esrarı” var. Gaston Leroux. Öğretmenevinde beyaz bütün duvarlar. Kimse seni sevmek zorunda değil ayrıca İnayet. Mühendisin Kitabı’nı açık bıraktım masanın üstünde. Derse o der “Girin” diye, hoş olmaz. Mistik ilgisi olan tiplerden değilimdir. Yine de ölülerden okumakla onları dinlemek arasında bir benzerlik kurulabilir; ölülerle konuşmaksa ikincisine bir adım mesafededir. Attım daha önce o adımı başka vesilelerle, biliyorum o bakımdan. Yorucudur. Saç kurutma makinesi. Kutu yani. Alıp girdim içeri.

En azından Bıyık’ın bu sabah ortalarda görünmeyişinin nedeni anlaşıldı. Çarşıya gitmiş. Hediye paketi değil, aslında paket de yok. Poşet bile yok; sadece kutu. Hediye kültürü olmayabilir. “Timeo Danaos et dona ferentes” der Virgil: Hediye getirdiklerinde bile Yunanlılardan korkarım. Truva atı için söylenmiş, Aeneid’de geçiyor olabilir. Ucuz bir şeye benziyor. Pahalı hediye severim ben. Esasen verilen bütün hediyeleri -hiç istisnasız- reddederim. Pahalı olanları reddetmek daha zevklidir anlamında söylüyorum. Hediye sayılmaz bu, sözleşmemde geçiyor. Ücretime dâhil denebilir. Bıyık da farkında bence; poşete, pakete koymadan getirip kapının önüne atmış. Aynı şeyi düşünüyoruz demek ki.

Aynı şeyi düşünürken bile korkmanız gereken adamlardan. Henüz kendisini bir roman kahramanına sabitleyememiş olmamın belirsizliği de kaygımı artırıyor olabilir. Edebi yargı her zaman kişisel takdirden isabetlidir. Sen bir adamı bir hafta görüp değerlendiriyorsun hepi topu. Roman karakterleri binlerce tipin ortak eğilimlerinden yıllarca damıtılıyor. Mesele doğru romanı seçmekte. Dün korktum mesela. Hayır, telefon titrediğinde değil, daha sonra, ölüyle iddialaştığı sırada. Kibir, merak, ısrar, her neyse artık, tuzakçı bir tavır işte. Truva atı türünden bir tehlike gördüğüm için demiyorum. Bıyık, tahta atın içine saklanarak kale fethetmeyi kendine yedirebilecek tiplerden değil, fazla kibirli. Kandırmaya değil tahrik etmeye odaklanmıştı. Geç uyandım ama ilgisizliğimi kıracak olanın akılda değil duyguda yattığını bilerek başladı lafa; sonra da kasten tansiyonu yükseltti. Tuttu mu İnayetim? Tuttu. Güya aklın kararını vermişti, kalktın gidiyordun o iki şartım var saçmalığı diline geldiğinde? İşte! Kendi kendimin bile İnayeti olamam, çünkü iki tane var benden. Hatta en az iki korkarım. İnayetlerim. Belki de teki bölünmüştür Roza’nın dediği gibi: İnna ve Yeti! Anlatırım onu sonra.

Şizofren falan değilim. Kendim istedim kalmayı. İşin aslı şu ki, tahrik altında zokayı yutmuş olabilirim ancak zaten yeme doğru yüzüyordum kendi irademle bir haftadır. Gerçekte Bıyık’ın kibrinin arkasına saklanmış vaat nedeniyle meraklandım galiba. İnsanda “bu bana bir şey söylemeye çalışıyor” etkisi yaratıyor. Belki gerçekten anlamlı, ilginç bir şey söyleyecek sonunda hayat hakkında?

Daha iyisi İnayet, merak bile etmediğini kabul et. Boş ver kimin ne söyleyeceğini. Son öğretmeninden umudu keseli, son rehberin siste gözden kaybolalı çok oldu senin. Alışıksın yalnız düşünmeye. Bırak Bıyık’ı bir kenara, dürüst ol; böyle bir yer beklemiyordun işte itiraf et. Yaşam ve ölüm uğulduyor her tarafta. Yüzlerce ölü, binlerce yaslı insan, onlarca fail. Avukatlar, avukatlar, avukatlar… Sen avukat olmuştun hatırlıyorsan? Pekâlâ, ilk ve son. Kapıyı çalan anahtar kadar zarif olmasa da içeri girmek için yüklenen bir belirsizlik var bu davada. Yaşamının bir haftasını dolu dolu ayırdın diye pişmanlık hissedeceğin işlerden değil. Doğru karardı buraya gelmek, aldın işi madem üstüne hakkını ver, utandırma dedeni.

Hakkını vereceğim dava değil kitap elbette; öteki zor. Aşina olmadığım bir dizi kaygı, acı, ihtilaf; sözde teorisini öğrendiğim ama yapılışını ilk defa seyrettiğim garip bir teknikle sanat eseri gibi işleniyor: Dava! Öfke sinmiş her yere. Ölülerin için bu kadar kalabalık kavga etmek benim sınırlarımı aşıyor. Ölülerimle kavga etmeyi biliyorum biraz, ondan elde kalan da yalnızlık. Söyle korkma; evsizlik, yurtsuzluk. Söyle İnayet utanma; kavga etmeyi biliyorum dediğin, yüzüne yaralı hayvan yavrusu dedirtecek kadar işte.

Lafa bak yalnız! Tahrik indirimi yapsan yapılır yani öldürsem ben bu adamı şimdi. Geldik mi yine Bıyık’a? Geldik. Atın içindeki kurnaz Odysseus’den çok güvertede kaptan Ahab’a benziyordu dün. Pequod’nun direğine İspanyol altınını çakar gibi çaktı kitabı gözümün önüne. Diğer avukatlar balina avlamaya gelmiş olabilir ama Bıyık’ın derdi başka bence kesinlikle. En dosyayla ilgili göründüğü anda bile aklından başka şeyler geçtiğinden şüpheleniyorsunuz. Ne mesela? Başka zamanlar, başka ölüler; göreceğiz vakit yeterse. Kanada’dasın iki hafta sonra.

Evet, tamam. Ahab olur bundan! Dün, Moby Dick’in peşine düşmek üzere tayfa yazıldığımız anlaşılmıştır. “Call me Ismahel” o zaman. Kaldırdım ucuz kutuyu dolaba. Bir şeyi çok fazla istersen mutlaka sahip olursun ama genellikle bir numara küçük gelir böyle. Dayanır inşallah kafamın dışındaki kızıl cangıla; içindekiyle baş etmek de bana kalsın.

Kitabı önüme çekip defterimi açtım: Tak, tak, tak… Müsait misin? Knock-knock-knockin’ on Heaven’s door. Umarım dedem değil ananem haklıdır da müntehirleri cennete alıyorlardır; oradasındır yani. Anlat bakalım ne oldu burada? Nasıl öldü bu kadar insan?

Anlat, sen niye astın kendini be adam!?