Savunma

Ebru…

[İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7-11 Kasım 2022 tarihlerinde okunmuştur.]

Ebru, firari savcınıza göre, bu davanın en önemli sanığıydı ve iddiaya göre içerisinde insan öldürmeye teşebbüs dahi bulunan bir dizi şiddet eylemiyle anayasal düzeninizi devirmeye çalışmıştı. Geçen on yıl, MİT tarafından çocuk yaşta iğfal edilmiş şizofren bir uyuşturucu bağımlısının bu sahte tabloyu yaratmak ve tek dayanağını oluşturmak üzere kullanıldığını ortaya çıkardı. Belki daha doğrusu “çıkarmıştı” demek; zira davanın henüz 14. Ayında zaten bu soytarılıkla tutuklu tutulamayacağı fark edilerek serbest bırakılmıştı ve yıllarca da öyle kaldı. 

Sözde öldürmeye teşebbüs ettiği kişi hakkında tek bir adli evrak, şikâyet, olay tutanağı yok çünkü hadise bir şizofrenin zihninde olup bitiyor. Hakkında istihbarat toplattığını iddia ettiğiniz insanlar davaya gelip Ebru’nun avukatlığını yaptılar veya onun tanığı olarak isimlerini bildirdiler.

Müvekkillerinin cenaze törenlerinde yahut ölülerini teslim almak üzere gittiği Adli Tıp morgu önünde fotoğraflarını çekmişsiniz. Madem dosyaya koydunuz,ölümün sizin için de bir tefekkür konusu olduğunu kabul edelim.

Ebru’nun ölümünün davanın bütününe sirayetini kavrayabilmek amacıyla, neredeyse on yıl önce, yine bu salonda yapılmış açılış konuşmasının özel bir bölümünü seçtim: Antigone Tragedyası.

M.Ö. 5. yy.’da -tahminen 441 senesinde- ilk kez sahnelenen bu Sophokles tragedyasının, aradan geçmiş 2500 yılın sonunda halâ bize bir şeyler söyleyebilmesini heyecan verici bulmalıyız. Eğer bu bir kapanış konuşmasıysa, dava boyunca Antigone atfımızın ilk günkü anlamını koruyabildiği gibi derinleştirmiş de  olmasını önemsiyorum. Geçen on yılda, savcıları “firari”, hâkimleri “itirafçı”, adli polisleri “hükümlü” haline gelmiş bir davanın sanıklarının hala açılış pozisyonlarını koruyor olduğunu bilmek sizin için de önemli olmalıdır. Sadece tarafların geleceğine ilişkin ipuçları vermekle kalmaz, karşılıklı olarak kalibrelerimizi ölçmeye de yarar.

Hikâyeyi size basitçe hatırlatmama izin verin.

Ünlü Oidipus’un bilinen nedenlerle kendini kör ederek iktidarı terk etmesinin ardından, tahta birer yıl dönüşümlü olarak çıkmakta anlaşan oğulları Eteokles ve Polyneikes anlaşmazlık yaşarlar.

Eteokles, sırası geldiğinde tahtı kardeşine devretmeye yanaşmaz. Ülkeden sürülen Polyneikes, tahtı ele geçirebilmek için Argos Kralı’nın kızıyla evlenir ve kayınpederinin ordusuyla gelerek Thebai’yi kuşatır.

İki kardeş, kentin yedinci kapısı önünde yaptıkları düelloda birbirini öldürür ve tahta dayıları Kreon geçer.

Yeni Kral, şehri savunmak için ölen Eteokles’in cenazesini kahramanlara layık bir törenle kaldırır, kardeşi Polyneikes’in ise vahşi hayvanların parçalaması için kırlara atılmasını emreder. İşte Sophokles’in öyküsü burada başlar.

Antigone ağabeylerinden birine yapılan haksızlığı kabullenemez ve aynı zamanda müstakbel kayınpederi olan Kralın emrine karşı gelerek cesedin üzerini toprakla örter.

Kreon, emrine karşı geldiği gerekçesiyle Antigone’yi ölüme mahkûm eder: Canlı canlı bir kaya mezara konacak ve orada ölecektir. Hikâye bu. Açılış konuşmasında Kreon’un akıbetiyle de ilgilenmişiz ancak şimdi Antigone’ye yoğunlaşabiliriz.

Basitçe müvekkillerinin cenazelerini kaldırmakla suçlanan “iyi” Ebru ile onu bu nedenle betondan bir kaya mezarına benzeyen tecrit hapishanesine kapatarak ölümüne neden olan “kötü” iktidarın hikâyesinden söz etmiyoruz. Alegoriye değil, mesele üzerinde açık bir zihinle düşünmeye ihtiyacımız var. Zaten antik Yunan tragedyasında çarpışan iyilikle kötülük değildir. Her iki tarafın da 5. Yüzyıl Atina Polis’i açısından gayet haklı görülebilecek iddiaları ve gerekçeleri vardır. Çarpışan taraflar değil, “kaderin zorladığı” çelişkili tercihlerdir.

Ebru’nun ölümünün bu klasik metinle ilişkisi çok yönlüdür. Evvela her ikisi de basitçe doğrudan katledilmemişler ve her aşamasında fikirlerini değiştirebilecekleri bir sürecin sonunda ölüme neden olanın kendi tercihleri olduğunu idrak ederek yaşamlarını yitirmişlerdir.

Yine her ikisi de önce yasaya karşı gelmekle ve devamında eylemleri boyunca, gerçekçi olmamakla, güç dengelerini gözetmemekle, kendilerine yazık etmiş olmakla hatta birazdan üzerinde konuşmak istediğim gibi “kibir” le suçlandılar.

Bir başka benzerlik, her ne kadar ilki Thebai’nin son prensesi, ikincisi yetim ve yoksul zaza kızılbaşı bir komünist bile olsa, her ikisinin de kadın olması. Antigone sayısız feminist okumaya konu olmuştur, buna imkân verecek malzemeyi barındırır ama benim ilgimi çeken, bu kadınların eylemlerinin cinsiyetlerini aşan bir tarihsel ize yol açacak politik niteliği olduğundan işin bu yönünü bilerek dışarıda bırakacağım.

Politik niteliğe yapacağım vurgunun bu ölümün kişisel tarafını gözden kaçırmanıza yol açmaması için önce sorayım:

Neden Ebru öldü?

Bu soru, basitçe cevaplayabileceğimiz “Ebru neden öldü?” sorusundan farklıdır. Ebru devrimci bir avukat olduğu ve zulme karşı direndiği için öldü. Ancak “kişisel” soru önemini kaybetmez.

Burada başka kadınlar ve erkekler var. Hepimiz geçen üç yılın neredeyse yarısını aç geçirdik. Uyarmak, dayanışmak, direnmek için açlık grevindeydik. Sevgili Aytaç aynı kararlılıkla Ebru’nun hemen otuz gün arkasındaydı ve hâlâ direnişin bıraktığı kalıcı sakatlıklarla boğuşuyor.

Neden Ebru?

Neden, ölüsünü hâlâ yargılamaya devam ettiğiniz, ölümünü bile onu kapatmanızı haklı çıkaracak bir belirti gibi okumaya çalıştığınız, hikâyesinde maraz aradığınız bu kadın öldü?

“toprağa sürtünen kadifenin kahrıyla

üstüne dönen anahtarları haklı çıkartacak

bir maraz arar insan insanda”

diyor Kemal Varol.

Ne güzel söylemiş. Bizi hapiste yatırabiliyor olmanızı, üstümüze döndürdüğünüz anahtarı, suçluluğumuzun temel kanıtı yapmışsınız.

Suç ve cezanın yer değiştirmesi gayet tanıdıktır. 2013’te size hem Alice ile Beyaz Kraliçe’nin diyaloğunu hem de Ceza Sömürgesi’nin subayını anlatmışız. Bu işlerde çok sık kullanılmasına rağmen Kafka’nın Dava’sından söz etmeyişimiz, onun meseleye bakışını bir parça netameli bulmaktan kaynaklanıyor. Aslında aynı şeyi söyler:

“Bir kere (Dava’da) suç ve cezanın yer değiştirmesinin pekala gerçekçi bir motifi var: Buna göre sefalet ve değer yitirme (cezalar) dünyamızda gerçekten de neredeyse hiçbir zaman zulmün sonucu değil nedenidir.” (1)

Yoksul iseler, direndiyseler, ölüm onları nerede yakaladıysa -madem oradaydılar- layıklarını bulmuşlardır. Ben de -Anders gibi- Kafka’nın bu toplumsal yargıyı ciddiye alıp hiç de yoksul sayılamayacak Josef K. üzerinden tekrar etmesinden rahatsız oluyorum. Kahramanın sınıfı gerçek sorunu, gerçek yaşamı gözden uzaklaştırırken, tersine çevirmeyi iyice normalleştirmektedir.

Ortada -adaletsiz dahi olsa- bir hüküm bulunmadan Ebru’yu ve onunla ilgili herkesi cezalandırmaya devam ediyorsunuz.

Hastanede başında bekleyenleri -dayısını bile-, resmini balkona asan meslektaşlarını, tabutunun yanında yürüyenleri soruşturma ve kovuşturmalarla taciz ediyorsunuz. Bakanlarınız “Teröristin Resmi”, “Teröristin Cenazesi” diye açıklama yapıyor. Hakkında tek bir kesin hüküm kuramadan elinizden çıkıp gitmiş olmasının hazımsızlığıyla ölüsünü yargılamak istiyorsunuz. Ancak hakkındaki kuyruklu yalanı vaktinde hükme dönüştüremeyerek artık onun hakkında konuşma imkânını kaybettiniz, onun için biz konuşacağız.

Ebru neden öldü? Konuştuk ve daha da konuşuruz. Bunu değil, diğer soruyu soruyorum Neden Ebru öldü?

Göremiyorsunuz. Çünkü kişisel varoluşunu ve gerçek yaşamını göremiyorsunuz.

“Çünkü kuyudur bazı çocukları söylemek

görmez kimse, göz göz olur insan.”

diyor Varol ve ekliyor;

“su ve ateş

kuyu ve dağ birdir

bazı çocuklar kalır

Bazı çocuklar bıçak içindir” (2)

Devrimci Ebru’nun ölümünü kavrayabiliyor olmanın rahatlığıyla yetinmeyin, aynı zamanda içine doğduğu ve yaşadığı yoksulluğu, yetimliği, coşkusu, inancı, kızılbaşlığı, kadınlığı, devrimciliği, haysiyeti, halk sevgisi onu zaten neredeyse doğduğu gün “bıçağa ayırdığı” için öldü. Bu ülkede bütün “bıçağa ayrılanların” sıfatlarını hiç eksiksiz biçimde güzel gövdesinde topladığı için onu öldürdünüz, biz henüz sağız. Ebru, ezilenin direnenle bizzat çakıştığı figürdü: Yaşamın bütün zorluklarını aşıp direnebilmiş ve hâlâ size kafa tutabiliyor olmasına tahammül edemediniz.

2013’de Antigone’ye atıf yaparken, yine bu çok katmanlı yapıdan söz edip sadece tek yönüyle değerlendireceğimizi söylemişiz: Ölülerin Avukatı Olmak. Bugün daha kapsamlı bir analize ihtiyaç var ama yine buradan başlayalım.

Bizi üç müvekkilimizin cenaze törenlerine katılmakla suçluyorsunuz. Suçlama devam ettiğine göre -geçen on yıl için bir kere daha sayıyı düzelterek- cevap vermek gerekirse; iddianamenin kapsadığı 1996-2017 arasındaki yirmi yılda, üç değil fakat yedi yüz cenaze kaldırdık; morglarda kimlik tespiti yaptık, otopsilere katıldık, fethi kabirlerde hazır bulunduk, toplu mezar açtık, kuyularda, tarlalarda, madenlerde, tren yollarında, fabrikalarda ve kent meydanlarında ceset parçaları topladık. İktidarlar muhaliflerini ve yoksulları katletmeyi sürdürdükçe bizim rolümüz gayet tanımlı; Kasaplar Deresi’nden Sason’a, Suruç’tan Mercan Vadisi’ne, Metris Hapishanesi’nden Ulucanlar Hapishanesi’ne, Ankara Garı’ndan Çorlu Garı’na kim nerede devlet tarafından katledildiyse; katline göz yumulduysa; ölüsü, cenazesi, mezarı kaybedilmeye, yası engellenmeye, hatırası unutturulmaya, katledilmesi cezasız bırakılmaya çalışılmışsa orada avukatlık yaptık. Avukatlıktan bunu anlıyoruz. Sıradışı bulduğunuzu biliyorum, ileride üzerine konuşalım.

Biz, korkutularak kimsesiz bırakılmaya çalışılanların kimsesiyiz, ıssız mezarlıkların ıssıyız ve on yıl sonra hâlâ soruyorsanız bir kere daha evet: Ölülerin Avukatıyız.

Ölüyü hak ettiği gibi gömmek, sizin “yasal” kaprisinize terk edilemeyecek kadar kadim bir ihtiyaçtır. Cenaze töreni yasaklamanın – o da iki bin beş yüz yıldır sürdürüldüğüne göre- iktidarların çirkin bir zayıflığından ibaret olmayıp aynı şekilde, kadim bir muktedir alışkanlığı, tahakküm gösterisi olduğunu anlıyoruz.

Bugünün ve davanın sorusu şudur: Sadece ölüyü gömmek değil, ölüyü gömebilmek uğruna suçlanmak, tutsak edilmek, ölmek, aynı zamanda politik bir eylem midir? “Politik Suçlu”nun eylemi, suç olmadan önce politik olmak zorunda mıdır diye soruyorum? Hegel ve onu takip eden Luce İrigaray açısından Antigone politik bir figür değildir; belki ancak politika-öncesi kabul edilebilir. Yine Hannah Arendt de Antigone tarzında bir antagonizmayı siyasal alanın dışında görür. Politika dışı eylemlerin politik suçlarla ilişkisi tartışmalı olmakla beraber bu felsefi pozisyonun, politik bir ceza davasını göğüsleyen bizler için yararlı olabileceğini düşünebilirsiniz: Cenaze töreni her koşulda geleneksel bir etkinliktir, bu hattan devam etseydik “ölüye bağlılık ahlaki veya meslekidir; politik suçlama konusu yapılmamalıydı” diyebilirdik.

Savunmayı şöyle yapsak yeterli görür müydünüz?

“Ölenlerin ve devamında ailelerinin, yasal mirasçılarının avukatıydık, ölümü izleyen yasal prosedüre dahil edilmiştik, kimlik tespit tutanağının, otopsinin ve defin ruhsatının tutanak imzacısı ilgilileriydik. Cenazeye katılma eylemimiz bu mesleki/geleneksel hat üzerinden okunmalıdır”

Olan buydu ve açıklama da makul görünüyor ancak gerçekte basitçe konformizmden ibaret. Judith Butler Antigone’nin eylemi için “siyasi suçtur” der. (3) Aynı fikirdeyim. Politikanın ancak uzlaşmayla sonlandırılabilecek çelişkilerin konusu olduğuna inanmak, Antigone’nin uzlaşmaz çelişkisini politika dışında görür. Böylece antagonizma Kant’çı ahlaka yahut Freudyen psikolojiye havale edilir. Yasanın uyumcu yorumu da, suç işleme kastımızı ortadan kaldırırken, benzer bir işlev görür.

 

1 Günther Anders, “KAFKADAN YANA KAFKAYA KARŞI”, çev. Herdem Belen, Hüseyin Ertürk,  İthaki Yayınları, 1. Baskı 2017, s.54

2 Kemal Varol, “BAKIYE [BÜTÜN ŞİİRLERİ]”, “Bıçağa Adanan Çocuk”, Edebi Şeyler Yayınları, 3. Baskı 2019, s.122

3 Zeynep Direk, “CİNSEL FARKIN İNŞASI”, [Felsefi Bir Problem Olarak Cinsiyet], Metis Yayınları, 1. Baskı Mart 2018, s.164 vd.