İnayet

Bölüm 4: Ekmekler veya Erkekler

“ÇAY” yazanda sulandırılmış çay demi var. Tek seferde doldurabiliyorsunuz yani. Gayet pratik, sıcak yalnız biraz. Eksiksiz bir valiz sayımı yaptım, çamaşır yıkamadan bir hafta dayanabilirim gibi görünüyor. Promosyon bilet yandı, ona çare yok. Asla esnek bilet almam. Alamam. Uçaklarla ilişkim seviyeli olmak zorunda, esnetemem. İşin aslı, uçakla tanıştığım yedi yaşımdan bu yana ilk defa programladığım bir uçuştan vazgeçtim. Konu şimdilik kapanmış durmakla birlikte sızı hafiflemiş değil, kalacaktır izi.

“Sadece el yazmalarını değil, kitabın tamamını okumaya karar verdim” diyorum.

“Çok yavaşlatmaz mı seni?” diye sordu Xebat: “… ders kitabı sonuçta, bir sürü gereksiz konu vardır.”

Üçüncü dilim kızarmış ekmeğe tereyağı sürüyor. Küçük plastik kutularda tereyağı. Toplam dört dilim var masada. “Sonuncuya elleme, onu ben yemek istiyorum” denemeyeceğine göre hangi jestle kibarca belli edilebilir acaba?

“Yavaşlatır ama onun yazdığı her parça bu kitaptan bir bölümle ilişkili büyük ihtimalle, ipucu kaçırmak istemiyorum” deyip son ekmek diliminin yeterince yakınına iri bir parça beyaz peynir koydum. İpli deyimlerden arındırılmış bir soruşturma söz konusu olamıyor anladığım kadarıyla. Dikkat etmeye çalışıyorum. Üzerine de konabilirdi, peyniri diyorum ama telaşa mahal yok, daha yeni başladı üçüncüyü yemeye.

“Bağlantı olmayabilir, psikolojik sorunları var gibi görünüyor. Belki aklına geldikçe yazmıştır boş bulduğu yerlere” dedi. İntihar eşittir psikolojik sorun denklemi fazla genelleme tadı veriyor. İkna değilim henüz. Gayet bağlantılı yazmış; yatmadan önce birinci bölümü okudum. Aslında uykudan önce okumayı seveceğiniz türde bir şey değil. Gece okumaları iki bin yıldır tartışma konusu biliyorsunuz. Aristoteles Problemata Physica’da şu soruyu sorar: “Niçin bazı insanlar okumaya başlar başlamaz istemedikleri halde uykuları gelir; öte yandan uyumak isteyen bazıları da ellerine bir kitap aldıkları zaman uyuyamaz?” Onun cevabı biraz alengirli ama geçen hafta intihar etmiş bir mühendisin niye kendini öldürmeye karar verdiğini madencilik ders kitabının sayfa boşluklarına yazdığı kenar notlarından araştırmaya niyetlendiyseniz durumunuz, her gece ikinci seçenektir. İrkiltici bir mesai anlayacağınız. Her neyse.

“Sen ne yapıyorsun bugün?” dedim.

“Sendikacıları görmeye gideceğiz Nergiz’le, niye sordun? Lâzım mıyım?”

Uyarmıştım seni sosyal prosedür konusunda, ihlal edersen ödersin bedelini İnayet. Ver hadi şimdi çocuğa cevap: “Hiç lâzım olmaz mısın sen bana?” desen bildiğin sululuk. Ayrıca emin değilim henüz, emin olsam ne yapacaksam tabii o da ayrı mesele. Götür istersen yanında. Elbette her sorunun kolay bir cevabı olması, o cevabın da hemen şimdi bulunması gerekmiyor. İntihar etmeyi denemiş ama son anda kurtarılmış olsaydı sebebini söyleyebilecek miydi mesela bu mühendis? Sanmam. Dava dosyasını ilgilendiren bir sebep diyorum, şöyle Bıyık için anlamlı bir masumiyet gerekçesi filan? Ötekiler gibi çıkıp mahkemede savunulacak bir laf bulduysa bile buna yetmemiş görünüyor. Daha hararetli başka bir şey arıyoruz biz ama ne?

“Teknik bir konuya takılırsam yardım isterdim diye sordum” diyorum. Bariz yalan. Lüzumlu musun acaba sen bana gerçekten? İki hafta kalmış Kanada uçuşunun bagaj limitini zorlayacak hiçbir şeyin “lâzım” diye vasıflandırılmaması gerekiyor herhalde bu günlerde. Bunun kırk kiloyu aşacağı kesin. Belki sen değilsindir zaten, başka bir şey arıyorumdur ben ama ne?

“Alihan” dedi Xebat; “… burada bugün, teknik ne varsa takıldığın ona sorabilirsin.” İyiymiş. Köşeli altın alyans. Evli diyorum hiç değilse adam, prosedüre uygun. Hararet senin kafanda zaten İnayet, yaşamda bulunmuyor.

İstanbullular dün benim uçağımla döndüler. Pazartesiye kadar duruşma olmadığı için İzmir ekibi de birkaç günlüğüne kaçtı anladığım kadarıyla. Uzaktan geldikleri için gidip gelmeyi gereksiz bulanlarla Bıyık’ın yakın ekibi burada. Bir de ben. Akhisar’dayız. Soma’da Ağır Ceza Mahkemesi olmadığından dava Akhisar’da görülüyor. “Benim uçağım!” lafa bak. Vazgeçtiğiniz, kaçırdığınız, hatta bazen sadece uğurlamaya gittiğiniz uçaklar bile “sizin” uçağınız olabiliyor. Binip uçtuğunuz, aşağıda tepine tepine ağladığını görseniz de uğurlamaya geleni yanınızda götürmediğiniz uçakların vebali bölüşülüyor herhalde gidenle kalan arasında.

“Çok ayıp İnayet, sırf üzülsünler diye ağlıyorsun, rezil ettin beni havaalanının ortasında” demiş dedem. Hatırlamıyorum. Şimdiki aklım olsa; “Ağladığımı gör diye ağlamıyorum, ağladığım için ağladığımı görüyorsun” derdim belki. Ama o zamanlar henüz Özdemir Asaf okumamıştım. Bildiğim tek şiir: “Are you sleeping?” diye başlıyordu ki dürüst olmak gerekirse şiir değil şarkı sözüydü. Okumayı henüz çözemediysem bile sesim güzeldi: “Ding, dang, dong… ” nakaratı şarkının. Dört yaşındaydım.

Bıyık bu saatte hâlâ görünmediğine göre, Xebat da gidiyorsa gerçekten ekibin sakin devine kalmış oluyoruz. Toplantılarda dosyaya yapılan hatalı atıfları düzeltmek için -hepsini cebinde taşıdığından şüphelendiğim- gerçek belgeleri şak! diye çıkarıp göstermek dışında gayet sessiz bir adam. Otuzlarının başında olabilir, belki daha genç ama hepimizden bir baş uzun. Kendimi gereksiz yere “hepimize” katıp boyumu belirsizleştirdiğimin düşünülmesini istemem. Bıyık, yaşına göre lüzumsuz miktarda dalgalı saçlı koca kafası dahil 185 santim kadar görünmekteyse bile ben de topuksuz 175 gelirim. Kastettiğim Alihan’ın gerçekten piyasadaki herkesten bir baş uzun olduğu. Farabi’nin boyu hakkında bilgim yok ama coğrafya değil boydur asıl kader. Yıllar içinde fasulye sırığı lakabından flama taşıyıcılığı ve kadrolu perde asıcılığına uzanan acılı boy kariyerim, lise yıllarında bando batonuyla taçlanmıştır ki hafife alınmasından hazzetmem. Alihan’ın o cüsseyi taşırken pek şık ve pek titiz olduğunu da ekleyeyim. Çantasını asla yere bırakmaz mesela; üzerine koyacağı sandalye yoksa toplantı boyunca kucağında taşıyor adam. Alyans sade sayılır ama öteki elinde karman çorman bir gümüş yüzük var. Ortamdaki sigara dumanının yönünü tespit edip bulutun dışında kalmaya özen gösteriyor. Telkâri belki yahut hiç buraların işi olmayabilir de. Yüzüğü diyorum, taşı yok, Uzak Doğudan bir ihtimal. İbn-i Haldun olabilir yalnız, coğrafya kaderi, onun da boyunu bilmiyorum.

Yaşamım boyunca saat dışında takı takmadım ama takanı merak ederim. Niye bunu seçtin? Niye bu yani; binlerce yüzüğün, kolyenin, küpenin arasından? Soramazsın; sorsan yanlış anlar insanlar. Ne var her gün takılacak bunda şimdi, bilemezsin o yüzden. Pekâlâ. Alihan burada bugün. Kimseye bir şey danışmaya ihtiyaç duyacağımı zannetmiyorum, onun için sormamıştım zaten. Bırak şu kentte bir hafta vaktin olmasını, insanın bir hafta ömrü kalmış olsa yine de ilgiye kayıtsız kalamayıp prosedür ihlali yapacak her halde. İhtiyaçtan çok yakınlarda olması isteği işte açıkça.

“Bir şeyler yazıyor musun, yoksa sadece okuyacak mısın önce?” diye sordu Xebat.

Bitmek üzere dilim. Yüzüne pencereden güneş gelmeye başladığı için gözünü kısarak çiğniyor. Kısık gözle bir şeyler çiğnemek sakil duruyor. Gözün açıkken de nefesli çalgı çalınmaz örneğin, borazanda bile iyi durmaz. Dikkat etmek lazım. Çalabildiğimden demiyorum, dinlerim ben. Bando majörlüğü müzikten çok jimnastiğe benzer zaten. Yahut fizikle elde edilmiş müzik kariyeri diyelim. Çok yaygındır. MTV seyredin.

“Okuyorum sadece”

“Yazmaya başlayınca…” diyor Xebat, küçük gülücüksüz bir duraksama “…bizim için…” bir es daha; “… şöyle sade bir versiyon hazırlamayı düşünür müsün?”

Buyurun.

Biliyorum lafın varacağı yeri ama anlamamış gibi yaptım.

“Ne demek o?”

Durdu yine, bakıyor. Ne kadar iyi eğitimli olursanız olun, anadiliniz dışında bir dilde saçmalayacaksanız, birbirine ikame olabilecek kelimeler itişip kakışarak aklınıza saldırır.

“…şey demek istiyorum…” dondu ses sonra. Görüntü fena değil neyse ki, sessiz de seyirlik sayılır. Xebat tam birinci kuşak sofistikasyonu örneği. Büyük ihtimalle geniş ailesinden ilk üniversite bitiren kişidir. Aksansız konuşma ısrarı aksan haline gelmiş olanlardan. Giyim kuşam özenli, ses tonu yumuşak, çok bunaltılmazsa aile kentli artık bu kuşaktan ibaret. Telefonda bir “lo” yedik ama evde nasıldır bilmiyorum tabii. Kavramların savaşı sürüyor: “Sade ne demek?” Seyretmek daha ilginç olduğu için yardımcı olmuyorum. Sade: Limonlu veya vişneli olmayan, basit, dantelsiz, düz, pijamasız, kremasız, fiyonksuz, negro, makyajsız, çıplak, beyaz inci? Pırlantaya nispeten sade sonuçta.

“Sade işte” Geniş omuzları var ama düşük biraz. Silkilen omuz yerine geri döndüğünde fark ediliyor düşüklük.

“Hı, hı” diyorum cesaret vermek için başımı sallayarak “…öyle dedin, o ne anlama geliyor diye soruyorum”

İhtiyacı yokmuş cesarete, açıldı:

“Fazla Latince alıntı yapmasan veya ne bileyim İngilizce deyim, Fransızca şiir filan…” Ha gayret! Bir omuzluk işin kaldı. Bundan sonrasında sorumluluğu paylaşmamak için hiç cesaret verici olmayan bir dinginlikle bakıyorum artık.

“…konuştuğun gibi yazmasan ne güzel olur.”

Yuttu son lokmayı nihayet. Korkudan gülümsüyor şimdi. Arsızca gülerek atlatılacak konulardan değil elbette bu seferki; istediğin kadar güzel gülümse. Tam “iki lafından birisi atasözü olan senden mi alıyorum bu eleştiriyi!?” diyecekken “Ayrıca, zaten sana birşey okutacağım yok, Bıyık’la anlaşmamız var o konuda” bile diyemeden arkamdan bir kadın sesi geldi:

“Ne kadar ayıp Xebat! Onlara ‘falan filan’ değil geflügelte worte denir…”

Nergiz. Hatalı telaffuz değil, “z” ile yazılıyor sonu. Bu da öylesi yani; anlatacağım bir ara onu ama ilaç gibi geldi şimdi. Ağır aksanı duymazdan gelerek;

“Oo, güzel Almanca” dedim.

Sandalye çekip oturdu yanıma. Çok kısa saçları var bu kadının, elinin uzun olmasına engel değil tabii. Yanına koyduğum peynir dilimini üzerine atıp ısırdı masadaki son kızarmış ekmeği! Bu kadar zayıf bir kadının açlığa dayanamaması ne acı. Gerçekten çok yavaşsın sen İnayet. Fazla düşünüp az eyleme geçiyorsun. Ekmekler veya erkekler, konu önemli değil. Yüzü çok sade profilden, yalnız hafif göz makyajı yapıyor olabilir, emin olamadım. Küçük sallantılı küpeleri var bir de. Sonu hangi harfle biterse bitsin çiçek ismi taşıyan kadınlara zaafım var, ailevi bir mesele denebilir.

“Ben yabancı dil bilmem. Kitap hakkında rapor yazacağını duyunca, tamam da İnayet’in atıflarını bize kim tercüme edecek demiştim, o zaman başkan söyledi. Akşam ezberledim sana satmak için…” Ekmeğin kalanı da gitti ağır hayal kırıklığı yaşadım.

“…uyandığımdan beri telaffuzuna çalışıyorum, Worte kolaymış da Geflügelte olmuş mu?”

“Olmuş” dedim.

Gözüne güneş gelmediğinden gayet zarif çiğneyip yuttu kadın acımasızca. Bunlar birleşmiş bana karşı, arkamdan konuşuyorlar. Boynumdan çeneme doğru hafif bir renk değişimi hissettim. Sakin İnayet. Xebat hâlâ sırıtıyor. Sakin. Şer cephesinden çok kızarmış ekmekle ilgili olabilir hayal kırıklığın, öyle hisset.

Denedim, hissedemedim. Demek “konuştuğun gibi yazmasan!” Ne yaptığım gibi yazayım acaba? Tövbe estağfurullah! Sakin İnayet.

Bıraktığımız yere dönüp Xebat’a cevap verdim; “O benim konuşma şeklim değil düşünme tarzım”

Oradan da çıkış yok gerçi, ilk gün kapanmıştı o kapı: “Nasıl konuşuyorsan öyle düşünürsün”. Artık emin oldum, ben düşündüğüm gibi konuşuyorum. Perhizi bırakmamı gerektirmez ama tersi saçma kesinlikle.

Geflügelte Worte. Kanatlı Kelimeler. “Nasıl!? Uçuyor mu yani?” diye heyecanlandığımda; “Düşünürken uçuşarak aklımıza kondukları için onlara böyle diyoruz.” diye takılmıştı dedem. Kanatlı kelimeler… Almanya’da mimarlık okumuş 50’lerde, enfes küçük alıntılar yapardı. Çocukken klasik alıntıları metinler arasında uçuşan kelebekler gibi hayal ederdim. Kondukları yeri güzelleştiren rengârenk kelebek kanatları. Bugün renkleri biraz soluklaşmış da olsa hâlâ kafamın içinde uçuşan canlı kelebeklere sahibim o yıllardan. Hafızam çok kuvvetlidir benim. Dört yaşından sonra öğrendiğim hiçbir şeyi unutmadığımdan korkuyorum. “Ne kâbus!” diyebilirsiniz; “Unutmak iyileştirir” der yaşamı hastalık kabul edenler. Ben öyle düşünmüyorum. Esas hastalık unutmaktır. Unutan için yani, unutulan Araftadır. Hatırlanmadıkça ne ödülüne ne cezasına kavuşur. Bıyık’la antipatik diyaloğumuzun tek insani ışıltısıydı bence “öylece unutamam” dediği an. Dava dışı kalmış mühendisin hapishane cehennemine tercih ettiği ceza Araf olmamalı masumsa eğer. Unutmamalıyız. Ölünün avukatı olur mu emin değilim ama ima bence dedektif takibine elverişli. Bulacağım, söylediysen tabii bir şey.

Karıştı yine işler. Düşünmenin sade bir yolu varsa da bana yabancı görünüyor. Belki hiç kalmamalıydım burada ya neyse. Belki de daha az konuşmalısın? Sakinleştim ve hafif küstüm galiba. Olsun, kibar küs hiç değilse;

“Elimden geleni yaparım yine de” dedim.

Basit düşünmenin değilse bile sade konuşmanın değerini takdir etmediğimi sanmayın. Dil bir iletişim aracı neticede. Temel ihtiyacı karşılayan, meram aktarmakla yetinen yalınlığı seviyorum. Dilin aynı zamanda tek düşünme aracı olması sorun tabii ama işin o kısmı da “sade düşün” diye geçiştiriliyor galiba. Her ne kadar zenginliği ve derinliği feda etme tehlikesi varsa da sade düşünmek mümkündür herhalde? Haydi, itiraf edeyim; imayı, üçüncüden saklananı, kendi aralarında benim anlayamayacağım şekilde aktarılanı hissedemezsem diye endişeleniyorum. Hayatı boyunca, tarif edebileceği doğru dile -hatta bizim evde dillere- sahip olmazsa gözden kaçırabileceği şeylerin ortasında yaşadığından korkan küçük kız çocuğunun yerine koyun kendinizi. Hayır, nesnelerin ismini bilmezsen ihtiyacın olduğunda isteyemezsin meselesi değil, hatta hiç trajik bir mesele değil, her ihtiyacım istetmeden mükemmel karşılandı zaten. Mesele, neden gelmedikleri, ne zaman gelecekleri ve şimdi bile söylemesi zor ama niye beni terk edip gittikleri konuşulur da anlayamam diye her duyduğunu gece tek başına kaldığında elinde sözlükle tekrar değerlendirmek zorunda hisseden küçük İnayet ile ilgili. Çok mu işime yaradı? Hayır. Ama ben buyum işte.

“İnayetim, takılıyoruz ya hu, yaz sen kafana göre. Sadece seninkine okutmayacak mısın zaten? O gayet memnun halinden…” dedi kızarmış ekmek düşmanı. Anladım dediğini ama mesela kelime tercihlerine alışmak gerekir bu sefer. Dili bozan düşünceden imtina etmek öğretildi bana; yanlış düşündüğümüzün tek kanıtı dilin çirkinleşmesi değil mi? Dil sığlaşıp teklemese kim test edebilirdi ki kendi düşüncesini? Hiç kimse. Dil var elimizde sadece.

İnayetim? Kendimi bildim bileli saçım belimde; bu kadar kısa saç doğru değil fikrini aşabilsem hoş kadın aslında. İnayetim? Nergiz’in İnayet’i oluyorum yani. İlginç. Bıyık’ın da Almanca bildiğini sanmıyorum. Gıyabımda savunulmuş olmak güzel. Umarım “seninkine okutmayacak mısın?” derkenki o el hareketi tencereye kapak anlamına gelmiyordur. Bıyık mutlaka mutfak gerecine benzetilecekse et bıçağı uygun bence, tencere değil. İlişkimiz de bıçağa et tahtası diye tarif edilebilir. Seninki? Yok, alışmayayım ben ona öyle.

“O burada mı bugün? diye sordu Nergiz’in İnayet’i. Dar şimdilik üstüme ama birkaç prova yapmaya değer bu kadın için.

“Görmedim bu sabah, bizim gitmemiz gerekiyor geç kaldık” dedi mal sahibim. Birisinin İnayet’i olmakta mülkiyetle ilgili huzursuz edici bir tını var. Yaşayıp göreceğiz.

“İşçi sınıfını bekletmeyin siz, ben gidip çalışacağım zaten” dedim.

“Neyi?” dedi Nergiz.

“Mühendisin Kitabı’nı”

“Onu sormadım, neyi bekletmeyin dedin?”

“İşçi sınıfı” dedim tekrar. Boş baktı.

Yanlış bir şey söyledim kesin ama ne? Perhizle mi ilgili acaba? Neyine senin espri yapmak, az konuş, normal konuştuğunu anlamıyorlar.

“Sendikaya gidiyormuşsunuz ya, Xebat dedi demin…”

“İnayetim” diyor Nergiz sadece çok kısa saçlı kadınlara yakışabilecek yarım bir gülümsemeyle; “Bir şey ancak kendisi ortada yoksa temsil edilebilir, işçi sınıfı arıyorsan emin ol en son bakacağın yer sendika”

Peki. İlginçmiş. Sendikayla işçi sınıfı arasında kurduğum bağ gayet sadeydi bence. Solcularla ilgili bir diğer sorun, hiç de talep ettikleri türden bir sadeliğe sahip olmamaları denebilir. Sendika yani, işçi örgütü değilse nedir acaba? Neden kimsenin birbirini yeterince solcu bulmadığını çözebilmek solculuğu anlamanın ön şartı olabilir. Not al bunu.

Xebat efendi sırıtmayı bırakmış. Azıcık mahcup veya iyi rol kesiyor. Kalkarken: “Kızmak yakışıyor sana, onun için yapıyorum” dedi. Göreceğiz kime neyin yakıştığını. Bak mahcubiyet fena durmuyor bunda gerçekse, renk arttı yüzünde. Diğer yandan gayet sade bir duygusal iletişim düzeyi tutturulmuş oldu: O bana kabaramazsın kel Fatma demiş, ben de güzel kabarmışım. Şimdi bunu, bana yönelmiş ilgi diye okuyor olmam zaten gönül işlerinden neden uzak durmam gerektiğini gösteriyor yeterince. Sade bile değil, vasat bu bir kere.

Aç kalktım kahvaltıdan.

Sanki kızınca değil de açken daha güzelim. “Güzel” demedi yalnız İnayet, “Yakışıyor” dedi.

Öyle olsun.