Bölüm 3 : Don Bacak Ateli
Kibir bir yana bırakıldığında, bütün bu ölüler ağıt istiyor olabilir.
Duygu durumu müziklerimi yokluyorum. Çok var bende. Kargaşa çıkmasın diye hepsini çello formunda hatırlıyorum. Aralarında tek bir kez bile bu enstrümanla çalınmamış olanlar vardır kesin. Olsun. Orijinal çeşitlilikle baş edebilecek durumda değilim.
Yok ağıt falan şimdilik. Varsa da çalmıyor.
Çellom Carmina Burana’da geziniyor. Git gellidir, yükselirken açılıp düşerken kapanırım genellikle ama takıldı, geçemiyorum ilk kıtayı: O Fortuna, velut Luna, statu variabilis… Sabitleyip girdim binaya. “Ay gibi değişkensin, Ey Talih”in nesi sabitlenecekse artık. Sabit değişken. Talih değil iş sanki benimkisi. O yüzden ağıt gereksiz. Başıma diyorum, iş almış görünüyorum. Oysa kendi hakkımdaki resmi görüşüme göre okuyorum ben daha; çalışamam, evlenemem. Okul kütüphanelerinde gönüllü raf düzenlemişliğim var hafta sonları. O iş sayılmaz. ”Salaksın İnayet” var, o da gayri resmî görüşüm, konuyla ilgisi yok.
Tuzağa düştüm hissinden kurtulabilsem; çalışmaktan çok okumak bu, sıra dışı bir şey meydana gelmiş sayılmaz diye avunabilirdim. ”Lütfen” dediler -dedi adam gerçekten- lütfettin yardımcı olacaksın bir haftalığına? O kadar bile sürmeyebilir, üç günde hakkından gelirsin sen bu kitabın. “El yazmalarına bak sadece” dendi sonuçta.
Huzursuzum yine de. Ne arıyoruz? İş aramadığımız kesindi. Kanada’da olsa neyse, gerçi ilk yıl orada bile düşünmüyorum, öğrenciyim ben. Dedem kesin ”uzatılmış ergenlik” derdi. Bana kalsa sırf okurum zaten çalışmam. Dedem, ayakkabılarını kendi bağlayabilenleri yetişkin kabul eden kuşaktandı, dokuz yaşında başlamış çalışmaya. Yani ayakkabı bağlamayı daha önce öğrenmiş olabilir tabii, dört yaşında bağlayabiliyordum ben mesela, yetişkin o demekse diyorum.
Pekâlâ, iş değil de bir tür soruşturma gibi düşün:
”Bütün bu olup bitenler ne anlama geliyor Holmes?”
”Cinayet bu Watson!”
Kaydı uzatmak için resepsiyona geldim.
Yok. Bıyığın dediği gibi, tam tersi. Burada herkes dedektif, sana ihtiyaç yok. Katliam fikrine bağlanmışlar; tartışma yok, şüphe yok, resepsiyonda kimse yok. İman etmişler bir nevi. Katilleri ipe götürmek için delil topluyorlar sakince. Bendeki ipe götürülecek durumda değil, kendisi çekmiş zaten ipini, ipi nereden bulduysa? Cezaevinde ip vermiyorlardır herhalde isteyince? Hapishanede veriyorlardır belki İnayet, hapishane olacak o. İp gibi inceldim perhizden. Senin görevin İnayet -bak bu görev daha şık durdu işten- intiharın temelindeki masumiyete ulaşmak. Kolaycı genellemeleri bir yana bırakırsak ancak çok ağır haksızlığa uğramışlık canına kıymasına yol açmış olabilir. Alıngan ahmak katil. Kolaycı genelleme bu işte bence. Onun yerine derine köklenmiş masumiyet duygusu diyelim. Annesinin cenazedeki fikri bu, en azından… Okumuş olabilir mi kadın? Sanmam. Daha çok oğlunun son günlerinde elini değdiği bir kutsal emanet gibi ilişkilendi muhtemelen kitapla. Sonra da özel olarak çağırıp yüzüne tuttu düşmanının: Bıyıklı şeytana karşı selüloz haç! Sarımsak, sivriltilmiş meşe kazık, gümüş kurşun, okunmuş su, Mühr-ü Süleyman muskası… Sahne dramatik her koşulda ama bilemiyorum kadının muhatabını hangi gözle gördüğünü. Bence hepsinden bir parça olabilir o adamda. Resepsiyoncuda değil, Bıyık’ta. Ötekini tanımıyoruz, yok burada kendisi. Bekliyoruz. O da sağlam pabuç olmayabilir mesai saatinde kaytardığına göre. Tuzağa düşürülmüş derken kastettiğim bu işte. “Yaralı Yavru” saçmalığından değil sadece, adamın tekinsiz kibriyle ilgili. Burada kalınacak, yapabileceği buymuş kalmayı uygun görürsem, fazlasına söz veremezmiş! Senin fazlanı kim ne yapsın acaba? Azından memnun kalan istesin çoğunu. Bir de kalbimizin müntehirle aynı imtiyazdan mustaripliği var. Dedem duysa en az beş yirmilik toka etmişti bu cümleye. Rüşvet için başladıysam da tarz oldu gerçekten usturuplu konuşmak. Adamın dikkatini çektiği kadar var. Alnımda mı yazıyor benim acaba hasarlı diye? ”Hafif Hasarlı” yazıyordur kesin beyaz üstüne kırmızıyla. Roza öyle der bana; ”Güzel kızsın, akıllısın ama hafif hasarlısın; fiyatı etkileyebilir…” Alışverişe inanır o insan ilişkilerinde, ben insan ilişkilerine bile inandığımdan pek emin değilim artık.
Hizmet sektöründe yok misal insan ilişkisi. Resepsiyoncuyu diyorum, bekliyorum hâlâ. Olsa şaşırmak gerekirdi zaten işletme standartları açısından. Grevdedir belki. Solcuyuz madem, ayıp değil herhalde? Ayaküstü değiştik telefonları Xebat’la. Uzun, sabit, ışıltılı gülümsedi. Hayır, bir de bu mesele çıktı üzerinde düşünülecek. Solculuğu diyorum mesele diye, ötekinden mesele çıkaracak veri yok henüz elimizde. Şimdilik, gitmediğin için mutluyum gülümsemesi denilebilir. Temkinli iyimser açısından budur. Daha gerçekçiyseniz dünkü scuba talimatnamesi hatırlanabilir: Su benim başımı da geçmiş dört parmak, bırakıp gidemiyormuşum, o haklı çıkmış filan… Bilemezsiniz işte ama iyimserimdir demiştim. Gerçekçi düşünmeme engel olmadığı kanaatindeyim çünkü ben uydurmuyorum çok güzel gülümsüyor hakikaten.
Durmadım yine de yanında, kayıt işlerine bakacağım diyerek ayrıldım, o da toplantıya gitti. Bahçede değilmiş, dışarıda bir yere çıktılar. Şöyle sansasyonel etki yaratacak bir çağırma sesi arıyorum bankonun üstünde. Tepesine vurulan çan olabilir. Gong. Çıngırak. Kampana. Bir adı var onun yani de getiremedim şu anda. Yok zaten öyle bir şey.
Sana katil deseler ne yapardın? “Sensin katil!” denebilir mesela ilk iş olarak. Refleks tabii bu. Sonra düşününce kalabalığın önünde suçlandığı için üzülebilir insan. Ne kadar üzülür? Bıyık’a soracak olursak alınganlık edip intihara yeltenmiyoruz. Masum yerine hem katil hem ahmak sayılıyoruz çünkü o durumda. Ee, niye intihar ettiğini söyle çok biliyorsun madem? Onu bilmiyor işte. Merak ediyor. Kendine bir şey söylenmiş olabileceğinden kuşkulanıyor. Kendisi dünyanın merkezi olduğu için yaşamımız, ölümümüz, seyahat planlarımız, otel seçimlerimiz sadece zatıâlilerine hitaben gerçekleşebiliyor. Ne sanıyor acaba kendini? Bir tür Don Kişot olabilir. Gözümüzle gördüğümüze değil onun tarifine inanılacak. “Bunlar koyun sürüsü, han, çoban, değirmen…’’ denemiyor beyefendiye. Mühendislerle kan davası var, o nasıl tanımlıyorsa öyle göreceğiz: Ordu, şato, şövalye, dev… Sonra hücum! Bankamatik bulmam lâzım. Hücum etmek için değil, para çeksem iyi olur.
Televizyon haberleri “facia” demişti yanlış hatırlamıyorsam. Sanıklar ısrarla “kaza”, sanık avukatları “olay” diyor. Bunlar dışında herkesin “katliam” dediğini inkâr edemeyiz. Sadece Bıyık değil yani öyle söyleyen. Katliam varsa katil lâzım bittabi; facia çok tarafsız gibi duruyor. Çektin silahı, vurdun üç yüz bir kişiyi o da facia ama vuran var yani. O nasıl silahsa? Feci bir şey oldu, çok çok acıklı, afet gibi tamam da cinayet yok yani ortada. Hadi olay anlaşılabilir, her şey olay netice itibarıyla. Kaza diyemiyoruz, perhizdeyiz. Bakacağız.
Kendi kendime “Bakar mısınız?!” diye yüksek perdeden seslenme densizliğini ve yalandan öksürme sakilliğini de gerçekleştirdim. Yok kimse. Şarkı söylemeyi ve soyunmayı göze alamayanların fark edilmek için ödeyebileceği bedelin sınırı bu. Havaya ateş edilebilir ama silahtan hoşlanmıyorum. Var yoksa evde. Dedemin yani.
Şimdi, diyetten çok kutsal perhiz sayılabilir bunların kaza dememeleri. Oruç gibi; niyet, sakınma, ödül. Eh, iman işte. Olayları görmenin bir yolu da bu: Hiç kaza demezsen kaza sayılmaz. İtirazım yok imana, her çeşidinden bir sürüsü var hepimizde. Bu tip bir soruşturma görevinde işe yaramayacağını bilmek lâzım öncelikle. Öyle işine gelen Emily’yi Türkçesinden ezberlemek marifet değil yani bıyıklı sürpriz şiir; al sana mesela başka bir Emily:
” ‘Faith’ is a fine invention
For Gentlemen who see
But microscopes are prudent
In an emergency”
Kafiye aynı şiddette tutsun diyecekseniz:
” ‘İman’ hoş bir icattır
Gören Bey’fendilere
Ama mikroskop daha basiretlidir
Zaruret halinde”
şeklinde enfes bir çevirisi olduğunu belirtebilirim. Bıyık değilse de Özpalabıyıklar versiyonu. Yani tuzağa Emily’den düşmüş olabiliriz ama kendi favorimizi seçmeye engel bir durum yok Bıyık Bey’fendi. Bu kelime hep böyle yazılmalı bence, Bey’fendi. Müteşekkil. Neyse, yaralı yavru yerine mikroskobu tercih ediyorum. Senin takıntılı imanından göremediğin masumiyeti mikroskop basiretiyle bulacağım bu kitaptan.
Kitabı koydum bankoya sertçe. Ses çıksın diye; tık yok. Gümledi yani kitap, tahminimden ağırmış fakat resepsiyoncudan ses yok diyorum. Solculukla ilgili bir sorun olabilir. Hizmet sektörü değil Don Kişotluk.
Etimolojik dayanak yaratabilirim çok lazımsa? Mesela ”Quijote” bacak ateli demek. Yok yani başka gizemli bir anlamı falan. Atel ne demek? Demek ki kırmış olacaksın önce. Bacak şart değil. Takıntı, bir rasyonalite kırığıdır bence. Bildiğimden söylüyorum, güvenebilirsiniz. Sadece akılcılığınızı değil gerçekçiliğinizi de kırabilir. Suç takıntısı. Don Bıyıklı Bacak Ateli. Yalnız o yüzyılda zırhın bacak koruyucusuna da atel deniyor olabilir, bakmak lâzım. İman koruyucusu desek, bacakta imanın ne işi var, “Sağ bacağımı zorunluluk sol bacağımı arzu olarak vaftiz edip yola koyuldum…” Neydi ki bu? Hatırlamıyorum. Romanı sevmediğimden söylemiyorum bunları, bilakis bayılırım. Aklın iman karşısındaki itibarını savunmaya çalışıyorum. Bu da bir nevi şövalyelik. Ve bu darbeyle havalanmadığına göre sabah toz alınmış, fazla uzaklaşmış olamaz resepsiyon meçhulü. Kitabı öyle pat diye bırakmasam daha iyi olabilirdi. Gelen giden yok. Odama çıkmadan kapağını kaldırmamaya kararlıyım. Bu gibi işleri sistemli yapmak gerekir yoksa ipin ucunu kaçırabilirsiniz. Hakikaten İnayet, sabah ne güzel tuttun ipin ucunu, bırakma şimdi de kaçmasın. Kızar gibi oldum bak yine. Ayrıca ipli deyim kullanmamaya çalış, yakışıksız yani her şeyden önce. Nereden bulduysa ipi? Kızgın değil huzursuzum galiba. Kızmam ben kendime, fuzuli bir iştir. Aslında ne kadar kızgın olduğunu ölçebildiğiniz, kızgınlığının hangi sürede geçeceğini bildiğiniz, ne zaman affedeceğini diyorum yani hesaplayabildiğiniz kimselerin kızmasından endişe edilmez. ”Kendime çok kızdım!” diyen abartıyordur biraz. “Ananem çok kızdı!” da buna eklenebilir. Benimki çok hızlı affeder en azından. Artık havaalanında olmalıydım, onun için huzursuzum. Uçak kaçıyor. Binmekten vazgeçmekle kaçırmak arasında fark olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa, nesnel gerçek değişmez. Uçak bilmez yani aklınızdan geçeni, kalkar gider, binmemiş olursunuz. İster ayağını sürü kaçırmadan önce ister metrodan çıkıp koş yakalamak için, fark etmez. O uçağa binmemişsen binmemişsindir. Önemli olan odur. Anlamı orada arayacaksınız. İmanın çağrısını karıştırmadan realist anlamı kastediyorum.
Telefon çalıyor. İmanın çağrısı olamaz, benimki bile değil, titreşimde benimki. Resepsiyonun sabit telefonu çalıyor. Bu da bir nevi çağrı zili sayılır. Ben çalmıyor olsam bile buna bakmaya gelince beni de görecek. Gelseydi yani, gelmiyor. Grevdeyiz. Yapacak bir şey yok. Zaten bana sorarsanız katil deyince intihar edecek kadar alındığına göre bu kitabın mühendisi yapmamış bir şey. Mühendisin Kitabı denilebiliyorsa kitabın da mühendisi olabilir anlamında söyledim ama garip durdu. Kaza olmuş onun hayatında sadece. Ölünceye kadar öyle tanımlamış. Kimseye ateş etmemiş. Bıyık gibi hain hesap sorma planları kurmamış. Kaza işte. Artık öldüğüne göre perhizle, mahkeme kararıyla değiştirilebilecek bir durum değil. İlginç. Onun hayatı, madendeki facianın kazara meydana geldiği ve katil suçlamasıyla kendisine büyük haksızlık yapılan bir dünyada başlayıp bitti. Bizimkinden farklı bir dünya bu açıdan. Paralel evren. “Ben masumum!” deyip intihar ederseniz üstüne söz söylenemeyeceği için dili şişenler çıkar. Bıyık’ın dezavantajı hâlâ yaşıyor olmak. Gayet farkında, davayı bitirsen ne olacak? Hukuk ve iman ilişkisi sancılıdır. Bu evrende son sözü mahkeme söyleyecek: “Kusur var sadece, kaza bu” dese mahkeme mesela ne yapacak? Temyiz eder ancak. O da çare değil. Elimizde kesin hüküm dışında anlam bulunmadığında ölüm karşısında çaresiz kalıyoruz, genellikle de bulunamaz o aşamada. Ölen bulduysa bir anlam bize kapalı, yaşayan çaresiz. Ben de denedim daha önce, bulamadım, oradan biliyorum. Bir de buraya bakayım dedim ama aynı işte, bekliyoruz.
Ölen kendi hükmünü vermiş olur, hatta yazabilir bunun gibi vakti varsa. Kalan iyi vatandaşlar mahkeme kararıyla yetinmek zorunda. Beklenecek. Yok madem resepsiyoncu gideyim sonra bir daha gelirim gibi bir durum değil. Adam kayıp gerçekten. Mahkemeler de yanlış karar verebiliyor diyecekseniz, kesin hükmün doğası ona izin veriyor mu emin değilim. Kendi doğrusunu bizzat kurar o. Doğrudan ne anladığımız bir yana, tahammülün sınırı var, içim kıyıldı, açtım telefonu!
Size ait olmayan bir mekânda, sizi aramadıklarından emin olduğunuz bir telefonu açarken ne demek gerekir acaba? Alo. Efendim? Durun! Rica ederim gizli veya anlamsız bir şey söylemeyin, ben aradığınız kişi değilim. Müstehcen özel sıfatlarla hitap etmeyin! Argo olmasın. Tamam argo değil belki ama “Tavşanım” diyen insan var yani bana telefonda!? Sen utanma ki beni de utandırma lütfen, dur! Of. Belki sadece susup ilk onun konuşmasını beklemeliyiz. Konuşmuyor. Sessizlik değil sinyal sesi var zaten. Benim açmamdan önce kapanmış karşı taraf için aslında, buradaki makine farkında değil, çalmaya devam ediyor.
Önümdeki kitaba benziyor. Kapatmış mevzuyu adam intihar ederek, bizde çalıyor hâlâ. İma gibi gerçekten. Bak Bıyık haklı o konuda, yerini bulamamış ima kadar hiçbir şey delirtemez insanı. Kayıp ima. Yapılmış duymamışsın, daha kötüsü duymuşsun kastedileni anlamamışsın. Kâbus gibi. Hadi ilkinde uyanmadın bir daha yapar, intihar mektubundakini nereye koyacağız? Kaybolma, terkedilme, unutulma fikrinden hoşlanmıyorum. Hiçbir türünden.
İyi işte, götür oku kitabı. Ne bulursan bul ahizeyi kaldırınca sinyal sesi gelecek karşıdan. Ölüden gelmiş imalı mektubu açıyorsun, “anladım seni” desen, saçma. Daha saçması olabilirdi, oldu hatta dünyanın en saçma işi, elimde ahizeyle bankonun üzerine eğilmişken yakalandım kayıp resepsiyoncuya. Grevde değilmiş. Belki iş yavaşlatmıştır.
“Telefonunuz çok çaldı, neredesiniz siz!?” diye üste çıkmak lazım normalde, halbuki kıpkırmızı oluyorum utançtan.
“Telefon çaldı, yetişemedim” diyebildim.
Onun bile doğrusu “yetişemediniz” olacak ama lüzum yok tanımadığın insanı töhmet altında bırakmaya. Belki yetişmek istemedi? Belki o tanıyor zaten arayanı? “Çaldır, ben seni ararım” anlaşması olabilir. O aramıştı belki!? İnayet sakinleş, ahizeyi bir bırak elinden, saçmalama. Arkadaki odadan çıktı adam, niye o arasın? Resepsiyoncu o.
Yerine koyup “kapandı” diye netleştirdim tarafsız bir ses tonuyla. “Olsun, yine ararlar. Buyurun ben yardımcı olayım size?” dedi adam. Karıncalanarak pembeleşiyorum burundan. Sorun yok.
“Bir hafta daha kalmak istiyorum aynı odada mümkünse?”
“Her şey mümkün” dedi resepsiyon filozofu. Her şey mümkün. Pekâlâ. Mühendisin intiharını şiddetli bir masumiyet dışavurumu olarak kabul ediyorum o vakit. Belgesini bulacağız her şey mümkünse madem. Hayır, belge vermem gerekmiyormuş, zaten kaydım varmış, uzatacakmış, çıkarken ödermişim.
İçinden düşün İnayet.
“Bulursan bir şey masumiyet teorimi gözden geçiririm” dedi adam. Bu değil; bu “pazartesi mi çıkacaksınız?” diyor. Ben bulurum da bakalım sen kaldırabilir misin gerçeğin belgesini? Evet, pazartesi sabah çıkış. O zaman pazar kahvaltıda dikil karşısına: “Görevim gerçekleri ortaya çıkarmaktı, daha fazla ileri gitmeyeceğim. Davranışınızın ahlâken veya nezaketen doğruluğu hakkında bir fikir yürütmek istemiyorum” de. İşte gerçek Holmes! Hangisinden? Hatırlamıyorum, Baskerville? Belki. Yalnız o kibre bir laf sokmadan Kanada’ya gidersem içimde kalır.
Odaya tırmanmak yerine önce gidip tekel bayii ara da sigaramız satılıyor mu bu ücra memlekette öğrenelim. Var tedarikim ama yetmez bir hafta. Su da alınacak. Kahve? Ah, kahve! Çalıyor yine telefon, çık şuradan İnayet. Ne işin vardı ki senin zaten burada. Yoktu. Hayır, kaydı demedim, teşekkür ederim. İçinden İnayet. Ne demeye çıkıp gelmiştin diyorum transatlantik yolculuk arifesinde, iki ayağın bir pabuçta, ortalık darmadağınıkken?
Son bir umut?
Öyleydi galiba. Güzelim edebiyatı terk edip hayatıma hukuk kepazeliğini sokma nedenimi biliyorum hiç değilse, anlam arıyordum. Oysa bırak ölümü, yaşamın bile edebiyat dışında anlamı olmayabilir. Varsa da söylemedi işte hukuk sana. Kimsenin mi bir şey çıkarabildiği yok sana mı söylemedi hukuk diye bakmaya gelmiştin giderayak: En büyüğüne İnayet, en kalabalığına, en ölümcülüne git! Geldin. Hukuk işi en iddialı nerede yapılıyorsa orayı gör sonra vazgeç vazgeçeceksen. Gördün. Yok işte ortada bir şey, varsa da ben anlamadım. Şu kitabı ayağıma dolaştırmasaydım yoldaydım çoktan. Neyse.
Her şeye rağmen ilginç bir hafta olabilir.
Kabul et, İstanbul defteri çok önce kapanmıştı. Gün sayıyordun, bir hafta eksik bir hafta fazla İstanbul fark etmeyecekti. Çatıda oturup Kanada uçağı bekleyeceğine çıkar şunu aradan. Hepi topu bir kitap okuyacaksın, kalanı standart sosyal prosedür;
Xebat saçmalığını kes derhal. İhtimal varsa bile zamanlama yanlış.
Ailelerden, çocuklardan uzak dur. Paylaşabileceğin türde bir acı değil, kendine yazık edersin. Ciddiyim İnayet.
Avukatlara dikkat et, klan onlar. Ruhsatın olabilir ama sen aileden değilsin.
Sürekli ”kahve iğrenç” diye düşünürsen başka şeye odaklanamıyorsun, düşünmemeye çalış onu.
Bankamatik bul.
Don Bacak Ateli’ne karşı temkinli ol.
Çamaşırın yetecek mi kontrol et.
Ve sakin ol İnayet.
Peki.
Sakin.