Potemkin panosu
[İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2018/84 Esas sayılı dava dosyasının duruşmasında okunmuştur.]
1.
…
Dosya üzerine konuşmak faydasız.
Sadece bunu hak etmeyecek kadar kötü hazırlandığı için değil; bir “dava dosyası” karşısında olduğumuz yanılsamasını sizinle paylaşmadığımın bilinmesi açısından da böyle. Onun yerine, doğrudan aramızdaki gerçek meseleyi konuşmaya başlamak daha verimli olacak.
Şoholov, Durgun Don’da bir hikâye anlatır. Ataman’ın toplantısının başlamasını bekleyen gençlerin birbirine takıldığı bölümde anlatılır:“…Geceyi bozkırda geçirip de üstüne örtecek balık ağından başka bir şeyi bulunmayan çingenenin hikâyesini duydun mu? Soğuk iliklerine işlemeye başlayınca uyanmış, parmağını ağdaki deliklerden birine sokmuş, sonra anasına dönmüş; ‘Meğer buradan cereyan yapıyormuş, ben de hava soğudu sandım’ demiş…”
Parmağımızı “dava dosyanızdaki” bir deliğe geçirip “İşte! Cereyan yapan yeri bulduk!” demeyeceğiz.
Üzerine örttüğü balık ağıyla ısınmaya çalışan Çingene’nin kendisini kandırdığı gibi “Türk Ceza Adalet Sistemi”ne güvenip haklarını korumaya çalışan sanık da donarak ölecektir.
Çünkü gerçek değilsiniz, kurumsal değilsiniz, güvenilir değilsiniz. Kısaca yoksunuz veya “zaten yoktunuz”.
2.
Bugün yargısal isimler taşımayı sürdürseniz de, tamamınız tek bir iktidar odağının ihtiyaçlarını karşılamak ve onun varlığını sürdürmek üzere yeniden yapılandırılmış idari “Potemkin Panoları”ndan ibaretsiniz.
Çariçe Katherina’yı ziyarete gelecek komşu imparatoru sınırda karşılayıp nehir yoluyla başkente getirmesi gereken Mareşal Potemkin, yol boyunca nehrin her iki yakasında sırıtan sefilliği misafire göstermek istemez. Böylece, hızla köylerin nehre bakan taraflarına, şık ve zengin köy evlerinin ön cepheleri gibi boyatıp hazırlattığı panolar diker. Bunların önünde de iyi giyimli ve besili “model” köylüler yolculara el sallar. İşte bu unutulmaz tarihsel işin anısına, önden cilalanıp olmadığı bir şey gibi seyrettirilen objelere “Potemkin Köyü” veya “Panosu” denir.
Siz mahkeme değil Potemkin Panosu’sunuz. Ancak burada atladığınız şey, bizim nehirde seyreden geminin yolcuları değil panonun arkasındaki sefil gübrelikte saklanmış gerçek köylüler olduğumuz. Kaldı ki, artık gemi yolcularının da gayet durumun farkında olduğu malum. Tutuklu vatandaşlarını elinizden kurtarmaya çalışan Almanya, ABD, Fransa,Yunanistan vb. ülkeler tehdit ediyor veya çıkar teklifinde bulunuyor. Boyalı-cilalı adliye saraylarının içinde gerçek bir yargı bulunmadığının herkes ayırdına varmış durumda.
Komşu yabancılara ayıp olur ama bize diyebilirsiniz ki; “Siz sosyalistsiniz, zaten sizin için hukuk egemenlerin çıkarı değil miydi? İlginç olan nedir? Gerçeğinden sahtesinden size ne?” Yani evet, hukuk da temelde sizin yaptığınızla aynı işi görür ama çok daha karmaşık ve zarif belirsizlikler, seyirlikler yaratarak, alkışlar alarak başarır bunu. Bir kıyas yapmak gerekirse, her ikinizin amacının da donmuş bir nehirde balık avlamak olduğunu varsayalım: Siz buzu baltayla kırarak bir delik açmışsınız ve görünen balığın kafasına baltanın sapını indiriyorsunuz. Hukuk aynı yerde buz pateni yapar. “Peki, onlar balığı nasıl yakalıyor?” derseniz; artistik patinaj seyretmek için o kadar çok balık yığılır ki kepçeyle toplarsınız. Bakın Batı Avrupa’ya; ölçüsüz sömürü ve çaresizlik ortasında göçmenler dışında tek bir ayaklanma var mı ortada? Gece evler basılıyor mu? Avukatlar hâkim görmeden bir sene tecrit hücresinde tutuluyor mu? Hayır. Çaresiz seyirciler oturmuş hukuk devleti ve demokrasi izliyorlar alkışlayarak; her gün gelirleri, güvenceleri, mutlulukları azalsa da akıllarına başka bir şey gelmiyor. İşte hukuk böyle iş görür.
3.
Haksızlık olmasın; yakın zamanda sadece şiddete, zora ve boyalı sahtekarlığa dayanmakla yetinmeyip “rıza” da yaratan bir işinizi gördüm. Hapishanede, hepimize ücretsiz dağıtılan “Değer” isimli aylık bir kurum dergisi var. Size Haziran 2018 sayısından bir “tutuklu” okur mektubu alıntısı yapayım; okurun henüz tutuklu olduğunu unutmayın çünkü konumuzla ilgili bu:“… Gerçek budur ki sizlerin her ay vermiş olduğu bilgi, bulunduğum ceza infaz kurumunda gösterilen hoşgörü ve verilen kurslar sayesinde topluma kazandırılmamak elde değil!”
İşte budur! Durdu Bey’in şahsında, adalet duygusu incitilmemiş, hakkındaki hüküm bile henüz kesinleşmeden “amansızca” topluma kazandırılan mutlu bir vatandaş. Hangi aşamada dışına atıldığını kestiremediğimiz topluma, elinde olmaksızın, Kozan M Tipi Hapishanesi İdaresi tarafından geri kazandırıldığını hissettiren şeydir hukuk. Buna “rıza yaratmak” veya “hegemonya” deniyor. Bizde başaramadığınız bu gibi duruyor
Antonio Gramsci “Hapishane Defterleri” içinde ilginç bir dengeden söz eder:“…bir toplumsal grubun üstünlüğü iki şekilde kendini belli eder. ‘Tahakküm’ biçiminde veya ‘entelektüel ve moral önderlik’ biçiminde. Bir toplumsal grup ‘yok etme’ye ya da belki de silahlı güce bile başvurarak kendine tabi kılmaya eğilimli olduğu karşı gruplar üzerinde hâkimiyet kurar. Bir toplumsal grup hâlihazırda resmi bir güç kazanmadan ‘önderlik’ edebilmeli ve aslında etmelidir. (Gerçekte bu böyle bir gücü kazanmanın başlıca koşullarından biridir.) (…) fiziksel gücü sağlam bir biçimde elinde tutsa bile aynı zamanda ‘önderlik etmeyi’ de sürdürmek zorundadır” (1)
İşte bu önderliğin tipik uygulamalarında, birisinin adı hukuktur. İyi seyirci toplayan ve onlar artistik performansa dalmışken kelepçeleyip “topluma kazandıran” etkidir. Bu gerçekten yoksullar ve ezilenler için büyük tehlikedir.
Elbette sizinki de tehlikeli. Ama daha ziyade; “rıza” ile “zor” arasında kalmış (yani hegemonya işlevini yerine getirmekte, inandırıcılıkta zorlanan; zor kullanmanın da gittikçe riskli hale geldiği dönemlerin karakteristiği olan) kokuşma, sahtecilik ve ahlaki bozulmayı teşvik açısından tehlike yaratıyorsunuz.
Kısacası ya bizi de Durdu Bey gibi “elimizde olmadan” kazandırdığınız bir toplum inşa etmeyi deneyeceksiniz ya da rejiminiz artık çöküyor. Varsayalım çökmedi; mevcut kadro, mevzuat ve içtihat yapısı üzerinden denenecek her türlü normalleştirmeye karşı duracağımızı bilin. “Devri sabık yaratmayalım”, “devamlılık önemli” gibi iddiaları asla kabul etmeyeceğiz. Lağvedilmelisiniz ve edileceksiniz. Yaptığınızı, size yaptırılanı asla unutmayacağız.
4.
Kısacası benim açımdan, basitçe giriş yaptığım nedenlerle, dosya üzerine konuşmanın bir değeri yok ama avukatlarımız açısından bu iş hem mümkün hem de gereklidir.
Şimdi biz sanık olmanın keyfini çıkarıp açık konuşalım, avukatlarımız ise “dava dosyası” adlı tarihsel açıdan ölmüş ve hukuksal açıdan gömüldüğü yerden çıkarılıp salona getirilmiş olduğu anlaşılan adli mevtanın otopsisini yapsınlar.
Eğer ileride mahkemenize bir kere de avukat olarak gelirsem söz; ben de dosyadan konuşurum.
5.
Otopsi benzetmesi önemli uygunluklar içerir. Avukatlık mesleği ciddi ve son derece tehlikeli bir meslektir.
Ünlü ABD Yüksek Mahkeme Yargıcı John Marshall Harlan: “Görevini yerine getiren bir avukat zorunluluk nedeniyle hakikate ulaşmanın önünde engel olabilir.” demiştir. Biz birçok kere olduk ve bundan gurur duyuyoruz. “Siz nasıl insanlarsınız! Mahkemenin hakikate ulaşmasını engellemenin nesinden gurur duyuyorsunuz?” denilebilir.
İşkence yapılmış, korkutulmuş, sindirilmiş, yanıltılmış, sahte ödül vaatleri ile kandırılmış bir sanığın doğruyu söyleyerek “olayı ortaya çıkarma” potansiyeli karşısında, avukatın tereddütsüzce “Susma Hakkı” kullandırarak kararttığı hakikat işte böyledir. Mecelle’nin 30. maddesinde: “Def-i mefasid celb-i menafiden evlâdır” yazardı. İnsan onuruna verilmiş veya yönelmiş zararı ortadan kaldırmak, benim açımdan sizin “gerçeğe ulaşmak” diye tarif ettiğiniz faydayı sağlamaktan çok daha değerli.
Aslında sizin için de öyle olması gerekir. Var “yeni” kanunda yeri ama söylemeyeceğim. Kanun sevmediğinizi biliyorum. Belki haklısınız, artık bir kıymeti yok kararnameler karşısında. Biz Mecelle’den gidelim ihtiyaç duyarsak; hem daha veciz yazılmış.
Avukatın sisteme hasarı bununla da kalmaz. Müvekkilinin anlattığı “öyküyü” dinleyip eğer aynen bu şekilde “polise, savcıya, yargıca, jüriye, müfettişe…” anlatırsa başına neler gelebileceğini tane tane açıkladığı sanığa, “öyküsü” üzerinde bir kere daha düşünmesi amacıyla fırsat veren kişidir avukat. Sadece bu kadarının tahrip gücünü kavrayabilmek için bizim kadar çok “ilk hikâye” ve “ikinci hikâye”yi arka arkaya dinlemelisiniz. Sanığa daha iyi duran bir öykü öneren avukatlar da vardır ama bu bir meslek kusurudur. Ayrıca işler kötüye gittiğinde, son derece ciddi ekonomik ve sosyal tehditler de içereceği için akıllı avukatlar bu işten uzak durur. Bu da yetmez; üzerinde açık seçik parmak izi bulunan kanlı bir bıçağın, usule aykırı elde edilişini ısrarla anlatarak, onu bir delil olmaktan çıkarmayı başaran kişidir. Korkunç göründüğünü biliyorum ama avukat budur.
“Hukuksal hakikat” her ne pahasına olursa olsun ve her ne şekilde elde edilirse edilsin ulaşılması gereken türde bir “gerçek” değildir. Anayasal düzenin ve insan onurunun izin verdiği ölçüde ulaşılabilen bir gerçektir.
Bu durumda bile ne sanığın, ne tanığın, ne polisin, ne hakimin “gerçeği” hakikatin ta kendisidir. Keskin nişancı John Allen Muhammed’in yakalanarak çıkarıldığı kürsüde; “gerçeği, tüm gerçeği, yalnızca gerçeği” söylemek üzere yemin etmesi istendiğinde “İsteğiniz anlamdan yoksun” (3) demesi tamamen haklıdır. Hiçbir anda ve hiç kimse “yalnızca gerçeğin” tamamına erişemez ve onu ifade etmek üzere yemin edemez.
Bunun için Durdu Bey’in üzerinde “bilâhüküm” yaratabildiğiniz türden bir “topluma kazandırma” gerekir ve bu halde bile elde edebileceğiniz ancak Durdu Bey’in sizin gerçeğinizi benimseyip mutlu olmasından ibarettir. Buna “rıza” diyoruz. “boyun eğme” ile arasındaki çizgiyi saklayan ve onu bir konsensüs gibi satmayı başaran ticarethane de hukuk devletidir. Elinizde olmayan bu. Sizinki daha ziyade “tablacılık” diye tanımlanabilir. Dükkân sahibi değil ama esnafsınız.
…
- (1)GRAMSCİ, Antonio, Hapishane Defterleri
- (2) KEYES, Ralph, Hakikat Sonrası Çağ, Çev: Deniz Özçetin, Delidolu Yay, Kasım 2017
- (3) KEYES, age, s.192