Vinyet

Sirenler

Melih Cevdet, “Kolları Bağlı Odysseus”un dördüncü bölümünde bir ters çevirmeye yaslanmış gibi görünür. Aslında şiir gayet Homerosvari başlar: 

“Kürekçilerim hasatsız denizi  

Köpürttüler kürekleriyle 

Tez yürüyüşlü gemi gün batarken  

Ulaştı sirenlerin adasına…”

Bildiğimiz gibi orijinal öykü, tayfasının kulaklarını balmumuyla tıkadıktan sonra kendini direğe bağlatmış Ulysses’in, dayanılması insan iradesini aşan siren çağrılarını merak ve hazla dinleyip, korkulan zararı görmeksizin aralarından geçip gitmesi üzerinedir. Tayfasına, her ne yaparsa yapsın kendisini çözmemeleri emrini veren bu tedbirli -veya çok oyunlu- adamın adı Odysseus mu yoksa Ulysses mi sorusu, Flaubert’in bir başka adam hakkındaki eğlenceli öğüdü uyarlanarak cevaplanabilir: “Hippokrates alıntıları her zaman Latince yapılmalıdır, çünkü o Yunanca yazardı!…”

Anday versiyonu, gemicilerin sağırlığıyla yetinip -küçük ama önemli- “balmumu kulak tıpası” temasını izlemez ve ortada siren falan görünmemektedir: 

“Yalnız bir ezgi, ta derinden  

Ta içerimden gelen bir ezgi  

Başladı yavaş yavaş yükselmeye 

O yabansı, o büyülü türküleri ben  

Söylüyordum sağır gemicilere 

Yalnız ben duyuyordum Sirenleri…” 

Yapısal bazı sorunlar dikkate alınmazsa, tersine çevirme böylece tamamlanır. Homeros için de ezgiyi işiten sadece Ulysses’di ancak bu haliyle artık bizzat söyleyen odur; çağrı “ta içerimden” gelir.

Ayartılmaya açık mısınızdır?

Aklınıza hemen dayanılmaz duygusal veya cinsel cazibenin ilgisine kolay karşılık vermek gelmesin; kökü daha derinde bir soru bu. “Ayartıcı” şeytanın en ünlü sıfatlarından biri olmakla beraber günahtan da bahsetmiyorum. Basitçe, reklamlar tarafından ayartılıp alışveriş yapmayı; alışkanlıklar tarafından ayartılıp hayatınıza müdahalede tereddüt etmeyi; konfor tarafından ayartılıp politik eylemi ertelemeyi hatta hukuk vasatını “normal” kabul edip politik faillikten vazgeçmeyi kastediyorum: Düzen tarafından ayartılmayı.

Burada birkaç ilginç okuma mümkündür. Ulysses’in tayfalarla ilişkisi üzerinden ilk okuma şüphesiz iktidarın suça eğilimi hakkındadır. Spinoza bunu son derece berrak tespit eder: “Krallar Tanrı değil fakat Sirenlerin çağrısı tarafından sıklıkla akılları çelinen insanlardır.” Yani egemenin talepleri, kulaklarınız açıkken (norm) ve sonra balmumuyla kapatılmışken (eylem) farklıdır. Kalıcı işitme kusuru yerine “iradi” kulak tıpası şimdi önem kazanır ve  anlaşıldığı kadarıyla bir tür yönetim modelidir: “Öyle ki hizmetkarlar Kral tarafından verilen kararları, bu kararlar devletin temel ilkelerine aykırı olduğu için reddettiklerinde -tayfanın yaptığı buydu- aslında Kral’a itaat ediyorlardır.” Spinoza, hâkimin iktidar suçlarına göz yummadığı ve memurun yasadışı emri yerine getirmeyi reddettiği bir düzenden söz ediyor gibidir. Kendi çağı için heyecan verici bu zihinsel sıçrayışa, bugün heyecansız burjuva liberal hukuk devleti teorisinin kanlı çamuru dışında inebileceği yer göstermek zor.

Çağdaşımız Anday ise -bir başka muktedir tasarımı olarak- Ben’in kendisini sınamasından söz etmektedir: 

“Kirke, bilge tanrıça, selam sana!  

Sağ salim geçtim kendimi…” 

Şair kendini kutlayabilir, egemense tayfaya borçludur: “Teşekkür ederim, yoldan çıktığımda bana uymadığınız için…” Neyse ki borcunu ödeyen yok; bu sefer de kadirşinaslıkla ayartılabilirdik.

Ayartıcı iş başındayken dizlerimiz hep mecalsiz; binlerce yıldır tedbir ve kurnazlık peşindeyiz. Ama tehlike bitmiyor, sıradışı bir okuma daha var: “Ancak, denizkızlarının şarkı söylemekten de korkunç bir silahları vardır o da sessizliktir. Birilerinin onların şarkılarından kurtulduğu hiç olmamıştır, diyelim ki olmaz değil, şarkılarından kurtulan olsa bile sessizliklerinden kurtulmak tabii ki mümkün değildir…” der Kafka. Onun zaafı harekete geçmemektir ki Anday’ın bireysel kurtuluş kutlamasından bile daha derin yalnızlık barındırır içinde.Çünkü sessizlik, yapmamamız gerekenlerin ayartısı sustuğunda bu sefer yapmamız gerekene dair motivasyonun eriyip gittiği yoğunluktadır. Yasağın negatif yükümlülüğüyle birlikte iradenin pozitif hedefi de kaybolmuştur. Artık hiçbir yolla ayartıl-a-mamanın yahut buna “değmemenin” bedelidir bu; hangisi olduğuna karar vermek size bırakılmıştır.

Mesela düzenin beni ayartacağı soru kalmadı sınavda: Artık genç değilim, hiç mülk sahibi olmadım; işin aslı yıllardır çorap veya kitap dahi satın almadım kendime. Var elbette benim için getirenler ama o insanlara sahip değil, aitim. Her gün önüme iki kap yemek konuyor ve öyle uygun görürsem onu bile açlık grevi yaparak reddedebiliyorum; bazen gerekiyor. Dünya üzerindeki en fedakâr  ve nezih insanlarla aynı mekâna kapattırıp üstümden kilitletmiş durumdayım kendimi. Bilgisayarım, internet bağlantım, cep telefonum, kredi kartım yok; bütün Sirenlerim sustu velhasıl. Cevap zaten “Hayır”dı ama artık soru yok; konu ayartılmaysa, kendini direğe bağlatmaktan bile sağlam bir vaziyet anlayacağınız. İşte o zaman son sınav başlıyor; sessizliğinki.

Kavramın düz anlamındaki dehşeti her gün yüksek desibelli sloganlar atarak ve düzenli kapı döverek aşıyorum, bir de okuyup yazarak; eğretilemeyse beni hiç korkutmuyor. Homeros gibi söylersem; zamanın tez ayaklı gemisinde benden gençler dövüşerek öldüler ve benden yaşlılar dövüşerek direniyor. Devrimcilik, şarap renkli açık deniz gibi önümüzde, karanlığın koyulaşmasından gül parmaklı şafağın yaklaştığını hissederek dövüşüyorum.

Geçeceğim bence son boğazı da ayartılmadan.

Sizde durum nedir?