İnayet

Bölüm 2: Niye ben?

Otelin kahvaltı salonu boş.

Kurutma makinesi olmadığı için saçlarım hâlâ ıslak sayılır, topladım tepeme; ne sabah ama! Otel dediysem öğretmenevi aslında, solcu olduğumuz için otelde kalamıyormuşuz. Bir haftadır bunları iyice tanımamış olsam; “sabahın yedisinde kim insin kahvaltıya? Herhalde boş olacak…” derdim. Hatta “solculuğun otelde kalmakla ne ilgisi var; odada saç kurutma makinesi bile yok” da derim. Vaktinde kalkmış olsam yani.

Bilen biliyordur, solcu diye bir tür yaşıyor gerçekten dünyada. Tarih okuyoruz tamam, öğreniyoruz. Okulda da bir sürü kulüpleri vardı. Sığlık olmasın diye, var benim de solcu arkadaşlarım demek istemiyorum yani. Edebiyatta zaten mevcutlar; hikâyecilerini, şairlerini seviyoruz. Anlıyorum temel meselelerini ancak ayrıntıda bu kadar yakın temasa alışkın değilim. Belki dil farkıdır? Daha çok üslûp yahut? Her neyse. İstersen okul birincisi ol, dört dil bil; nitekim illâ lâzım olduğunda ortanın biraz üstü düzey İspanyolca da konuşurum ben, toplantıdan önce kahvaltıya yetişememişsen beğendiremezsin kendini bunlara.

Öyle bir derdi olan için söylüyorum. Benim yok. Zaten ensemden su sızıyor. Tam şu anda karar verecek olsam; öğleden sonra uçağın var İzmir’den atla git demiştim kesin. Ama saçım ıslakken karar vermemek konusunda yeminliyim. Huylanıyorum, objektif olamıyorum yeterince. Var yani denemişliğim.

Not defterini koltuk altıma kıstırıp kahve doldurdum makineden. Ortada kahve makinesi varmış gibi anlaşılıp solculuğumuza halel gelmemesi için, musluklu kazanda su kaynatmışlar, önceden iki kaşık granül kahve koydukları fincanları da içine kaşık koyup yanına dizmişler diyeyim. Bu durumda “KAHVE” yazandan sıcak su akıyor. “ÇAY” yazanı denemeye cesaret edemedim geldiğimden beri. Onu da dörde böldükleri mektup kağıdına mavi tükenmez kalemle yazmışlar. Kalemim hâlâ kayıp, bulamıyorum. Şu ana kadarki en cesur hareketim, gözümü açmak sayılmazsa, iki fincandaki granülü tekinde birleştirmek; umarım ayıp değildir. Az ve kötü yerine, bu sayede eriştiğim sadece kötü kahveyi alıp bahçeye çıktım.

Kimse görünmüyor, boş.

Yok değil, köşede ıhlamur ağacının altında Bıyık pipo içiyor. Bunun adı kaldı artık böyle. Nasıl bilirim; kahvaltı yapmış, pipo yakılmış, kalem açıyor. Bazı insan tespih çeker; yüzüğünü çeviren, duymadığımız müziklere parmaklarıyla tempo tutan, ikide bir küpesini elleyen, var bunlardan hep. Parmak kıtlatan vandallardan söz etmek bile istemiyorum ki hakikaten tahammül zorlayıcıdır. Bu da boş kalınca kurşun kalem açıyor. Eğer çok erken yatmıyorsa burada kalmıyor olabilir; görmüyorum geceleri. Solcu konaklamasına uygun tek yer öğretmenevi değil herhalde dünya üzerinde, neler var kim bilsin?

Kırk beş civarında olmalı. Yaşına göre dinç gösteriyor. Bazı insan, sabahları öyle olur.

“Günaydın, Xebat’a bakmıştım”

“Füraydım…” dedi. Veya buna çok yakın bir şey.

Ağzında yemek varken konuşmak ayıp ama pipo varken konuşulabiliyor anladığım kadarıyla. Dedem konuşurdu. Gayet görgülü bir adam olduğuna göre, dedem yani, demek ki mümkün. Haksızlık etmemek için söylüyorum bu da fena sayılmaz; ayağa bile kalktı. Pipoyu eline almış.

“Gelsene, şimdi seni arayacaktım…”

“Telefonum Xebat’da kalmış.”

“Odasına çıktı, toplantı var, iner birazdan”

Oturdum gidip artık. İyi ki aramamış. Sabahın köründe kim, niye açıyor senin telefonunu anlatırdın. İçine lastik askı cepleri dikilmiş krem rengi dikdörtgen bezin tam ortasında naylon penceresi var. İçeriden kalemler bize bakamayacağına göre, biz kalemlerimize bakalım diye. Rulo yapılabiliyor galiba. Kalem kutusunu diyorum da rulo yapılan kutu olmaz tabii. Rulo pasta olabildiğine göre kutu da düşünülebilir yahut. Tam takım, ikili kalemtıraş, silgiler falan. İkincisinde kalın kalem açılıyor, geniş ağızlı, benim de var evde.

Bak mesela, boş kalınca sürekli telefonlarıyla oynayanlar var. Olsaydı öyle saçma bir huyun geceden uyanırdın telefon işine. Ya pijama giydireceksin telefona karışmasın diye ya da sırf aralarında sırıtmayasın diye herkesin elindekinden almayacaksın İnayet. O karışıyor, sen karışamıyorsun kalabalığa işte. Bir skandala bulaşmadan, şöyle sadece küçük tatsızlıklarla bitirsen şu destek ziyaretini ne güzel olacak. Git al en pahalısının kırmızısından karışmasın. Kahveyle not defterini masaya koydum.

Kitap masada.

İlk defa yakından görüyorum. Büyük boy, en az üç yüz sayfa gibi duruyor fakat kağıt kalınlığını bilemiyoruz tabii. Anlarım ben kitap işinden biraz. Cildi yıpranmış. O tarafa bakmamaya çalışıyorum şimdilik. Cilt dediğim siyah karton kapak, rengi atmış. Siyahlar bitti, kırmızıları açıyor. Kalemi yemek salonunda bırakmış olabilirsin, yokla orayı yola çıkmadan. 

Bıyık yirmi yıllık avukatmış. Kalem açarken dudağını ısırmasına engel değil bu durum. Beceriksizlik hırsla karışınca verilir genellikle bu efekt ancak bu gayet başarılı gidiyor. Son bir buçuğunu buraya sayıyoruz. Avukatlık kıdeminin diyorum; kamp kurmuşlar maden kazası hakkındaki davaya bakıyorlar aylardır. Perhizi bozduk, katliam denecek. Kaza deyince heyecanlanıyor herkes; kaza nedir, katliam nedir en az on beş dakika dinliyorsun. Ofsayt gibi sadece erkeklerin favorisi değil, kadınlı erkekli telaşlanıyorlar bildiğin.

Üç yüz bir ölü var. Yaralı sayısı resmi açıklamaya göre yüz altmış iki ama o da üç yüzden az değildir korkarım gerçekte. Tabii buna değil neye katliam denecek diye düşünebilirsiniz, orası tamam, fakat hukuk tekniği açısından iş kazası işte. Trajedinin ağırlığı kavram seçimimizi etkilesin mi emin olamadım. Ölü sayısına bakılınca ülke tarihinin en büyük facialarından olduğu kesin. Davası da ona göre diyelim.

Galiba o yüzden, yani bilmek istediğim burada da yoksa yoktur hiçbir yerde diye düşündüm gelmeye karar verirken. Yanılmışım. Yoktu. Ne arıyordun diyecekseniz biraz karışık ama ölmüş tabii yani insanlar, benim bilmek istediğim yoktu. Çok umutlu da sayılmazdım zaten. Her neyse.

Bıyık, Savinelli pipo içmesine rağmen ailelerin avukatı. Ölen işçilerin ailelerinin yani, buradakilerin hepsi öyle. Yalnız işçi avukatı İtalyan pipo içmez gibi durdu şimdi, öyle ön yargılarım yok fakat teferruatlı iş neticede, boş vakit lâzım diyorum. En azından şu anda var gibi duruyor bunda.

Barodan gelen “meslektaşlarımızla bir haftalığına dayanışmaya gidiyoruz” mesajına sicili yazdırdığımda adından haberdardım. Meslekte bilindik bir tip sayılır, dernek başkanı falan sanıyorum ama hakkında gerçek bir fikir sahibi olmak istiyorsanız görmeniz gerek. İlginç. Yelek giyiyor sürekli. Ananemin “arabacı yeleği” dediği cinsten. Benim ananem faytona araba derdi niyeyse. Yazları Ada’da kalırdık biz, çoktur orada. Artık gitmiyorum. 

Sekiz kişi geldik İstanbul’dan. En kıdemsizleri benim. Güler yüzlü bir karşılama vardı burada “Merhaba Xebat ben de. Üç ay mı? Daha tecrübeli görünüyorsun…” Aferin. Öküz bile “sen daha yaşlı duruyorsun” diyecekse altını bundan kalın çizemez. “İlk ve son avukatlık tecrübem, gidiyorum buralardan” demedim bile. Güzel gülümsüyor gerçekten. “Yirmi beş yaşındayım” desen, merak ettiği o aslında büyük ihtimalle ama onu da demedim. “Hukuktan önce edebiyat okudum biraz” deyip geçiştirdim. Kendi en az yirmi altı bence, tabii ki sormadım. Bıyık için bu gibi olaylar söz konusu değil haliyle, adam yaşını başını almış. Neyse, sonuçta hepsi gayet sıcak karşıladılar bizi. 

Kalem işi tamam. Pipo kaşığı çıktı ön cepten, karıştırıyor. İlk gün bilgilendirme toplantısı yapıldı. İnsanüstü çalışmışlar. Gözüm korktuğundan değil, kolay korkmaz benim gözüm ama kanunlar, yönetmelikler, tanık ifadeleri, bilirkişi raporları, maden projeleri… Dağ gibi evrak yığılmış, hâlâ da geliyor. Klasörlemelerine yardım ettik biraz, anlattılar dinledik. Şimdiden söylemek zor olsa da üç beş yıldan önce bitmez bu iş gibime geldi. Sonraki iki gün duruşma izledik. Orası başka bir alem, arı kovanı adeta. İlk defa böyle bir kalabalığın önünde cüppe giyiyorum, hafif gerildim. Sahneye çıkmak gibi. Kostümlü prova. Adliye’ye sığmaz diye Belediye Tiyatrosu’nu duruşma salonuna çevirmişler. Neyse ki sahnede mahkeme heyeti oturuyor. Bağıran, çağıran, girip çıkan, yorucu biraz. Arada ailelerle tanıştırdılar. Çok çocuk var. Elimi tuttu birisi. Şaşırdım. Sevmem çocuk ben. İdare edemem. Bilemezsin ne olacağını. Telaşlanınca gözlerim doldu. Telaştan olur bende bazen, göz makyajı yapmıyorum o nedenle. Annesi gelip aldı. Anneydi yani herhalde. Babası da; o telaştan yanlış anlamadıysam, babası ölmüş zaten madende. Yemeğe gittik sonra, köftesi meşhurmuş.

Köfte düşkünü değilim. Yedim. Güzeldi. İnsanlar da güzel mutlaka ben hızlı kaynaşamıyorum sadece.

Evvelsi gün -şu berbat hadise yüzünden- beklenmedik bir celse arası verildi. Dün ve bugün duruşma yok o nedenle. Sanıkları pek görememiş olduk. Bir ikisi uzaktan at hırsızına benziyor, kalanlar gayet masum göründü gözüme. Tabii ki görüşümü kendime sakladım. Duruşma iptal edilince toplantı yapmaya karar verdi bunlar, biz de dönüyoruz artık İstanbul’a bugün. Dönüyor muyum? Galiba evet. Var ortada bir teklif yalnız isteksizliğim elle tutulur hale geldi sabahtan beri; aklımın gerisinde valiz topluyorum. Ani program değişiklikleri bana göre değil, düzenliyimdir ben.

Koydu kaşığı, çakmak çıkardı. Çakmak önemli. Giysen böyle yelek kalem falan kaybetmezsin işte İnayet, koy ön cebe, mis. Kalem de önemlidir. Takı yerine bu gibi aksesuarlara yoğunlaşırsanız, çok daha derin bilgiler elde edebilirsiniz muhatabınız hakkında.  Metal pipo çakmağı, gazlı. Sıradan görünüyor. Çakmağı diyorum, adam değişik yoksa. Aslında yelek yüzünden değil bıyık yüzünden geldi fayton benim aklıma; 

“Ve faytoncular görüyorum 

Yere basışlarındaki ağırlığı azaltmak için  

Tanrısal bıyıklarıyla durumlarını paraşütlendiren…” 

 

Kalın deri yeleği saymazsan zaten paraşütçü gibi giyiniyor; tam teşekküllü arazi kıyafetli. Son kravatı düğünde takmış olabilir – o da taktıysa. Alyans dışında bir de taşlı yüzük var. Sebep? Bilemezsin böyle şeyleri. Yanlış bir izlenim uyandırmamak için, ananem hakkında diyorum, faytonu araba sandığından değil de alışkanlıktan öyle derdi. Mesela yelek yerine doğrudan bıyığı sorsan “Şavrole tamponu” gibi diyebilir, cins kadındır yemin ediyorum. Yalnız onu bildiğinden söylerdi, vardı bizim Chevrolet’miz. Dedemin yani, sattık sonra. Ben küçüktüm. Alyansın enine bakılacak olursa evdeki kadın İspanyol soylusu olabilir; üç isimle iki soyadı sığar yani iç tarafa italikle. İspanyol altını: Kanlı ve sade. Kimindi bu laf? Hatırlamıyoruz. Bıyık’ın durumu budur. Bu saydıklarımdan müteşekkil. Seviyorum telaffuzunu bu kelimenin. Müteşekkil. Öpücük gibi yapıyorsun dudaklarını: Müteşekkil.

“Tam bu nedenle lâzımsın bana” dedi Bıyık. Bana? Ben lâzımım.

“Dalmışım özür dilerim, hangi nedenle?”

“Kafasına dolmakalem takıp kendi kendine konuşan da azdır ama senin yaşındakilerden müteşekkil kelimesinin anlamını bilen tek avukatsın muhtemelen” diye cevap verdi sakin sakin.

Bak muhtemelenin telaffuzu da güzel ama olay şu an çirkinleşmeye başladı. Boynumdan burnumun ucuna kadar hızla kızarıyorum. Saçınız kızılsa ve tepenize toplanmışsa surata giden bir renk değildir kırmızı. Boynum uzun biraz benim, oradan yayıldığı için etki genişlemiş oluyor. Belki insanlar bunun için fondöten kullanıyordur, ben alışamadım. Neyse. Allah’ım sen büyüksün! Ne kadarını içimden ne kadarını yüksek sesle yapıyorum acaba bu yorumların? Çiçek veya vişne. Elim kafama giderken yaktı pipoyu, aromalı tütün içiyor.

Cemal Süreya’nın faytoncularını duymadığını umalım. Solcuların İkinci Yeni’yle aralarının olmadığı söylenir. Esasen şiir seven bile yok gibi duruyor burada. Benim kadar çok şiir ezberliyorsanız tatsız bir boşluk. Yazık. Oysa hafızanın en meşru işlevidir şiir ezberlemek. Bir keresinde Xebat, Ahmed Arif’ten olabileceğini tahmin ettiğim birkaç dize söyledi toplantıda. Maalesef o sırada dinlemek yerine seyretmekle meşgul olduğum için aklımda tutamadım. Gerçi bana öyle gelmiş de olabilir zira Kürtlerin normal konuşmasının -telefon hariç- hafif şiire çaldığını tespit etmiş durumdayım. En azından bununki öyle. “Lo” nedir yani sabah sabah? Telefonum yok hâlâ ortada. Skandalım var onun yerine; odaklan şu masaya
İnayet!

“Beni ananemle dedem büyüttü…” diyorum kalemi çakma topuzdan çıkarmaya çalışırken.

Kapak kaldı orda, kalemi kurtardım. Allah öğretmenevlerinin, karışan telefonların, olmayan saç kurutma makinelerinin, kaybolup da lüzumsuz yerde ortaya çıkan dolmakalemlerin, şiir sevmeyen solcuların belasını… diyeceğim ama haksızlık yapmak istemiyorum. Özünde kötü insan değiller, bu sabah benim talihim yaver gitmiyor sadece. Bela okuyamayacak kadar bağlıyım ayrıca o kaleme.

“…evde herkes böyle konuşurdu” dedim onun yerine.

Hepten düğüm oldu saçım, bıraktım kapağı.

“…ilkokul öğretmenlerim büyümüş de küçülmüş derdi bana…”

Bütün bu laf salatası fabrika renk ayarlarına dönebilmek için vakit kazanmak uğruna. Yoksa kelime seçimimizden hesap mı vereceğiz sana bıyıklı ilmihal?! Değil. Mızraklıydı o. Turuncu bez ciltli. Biraz açılmaya başladığını umuyorum kızartının. Burundan. Oradan başlar genellikle bende normalleşme. Sonra, turuncuyu yeterli kabul ederek; “…fark etmedim sesli düşündüğümü, kusura bakmayın” diye noktalayabildim nihayet.

“Ben de çok konuşurum kendi kendime, hapishanede alıştım” diyor önündeki kitaptan başını kaldırmadan. Mahcup bir hali var. Utandırmaktan mı utandı? Olur bende bazen. Var bunun yatmışlığı yakın zaman önce. Hapishane deyince kısa bir titreme geldi bana. Kitaptan tarafa bakmayarak geçmesini bekledim. Çıkarsan ıslak kafayla, geceler pijamasız, açılınca sırtıma yayıldı nemli saç. Geldi yine.

Korktum mu ben bu adamdan acaba biraz? Arttı titreme.

“Telefonun çalıyor” dedi Bıyık.

İnayet arıyor. Titreşimli telefonun belasın versin Allah hiç olmazsa! Nesinden korkacağım ayrıca tamamen sabah rezilliği benimkisi. 

“Efendim Xebat? Bahçedeyim ben”

“Tamam, geliyorum” deyip kapattı. Koydu masanın üstüne.

Niye kucağında zaten senin o telefon, durup durup selfie çeken narsisist manyaklar gibi acaba? Çok huylanırım kendisini güzel çekim konusu olarak kavrayanlardan. Freud, kendini cinsel obje olarak dışarıdan görebilmeyi “cinsel bozukluk” diye inceler ve adam hayatında cep telefonu ön kamerası görmemiş yani. İlginç. Ovidius’un Dönüşümler’inin üçüncü kitabındadır Narkissos. Su perisi bunun annesi. Kâhine kaderini soruyor oğlunun. Kâhin Triesias -bu arkadaş geleceği görebilmesini tamamen körlüğüne borçludur- “asla kendisini tanımaması koşuluyla” uzun yaşayacağını söyler. Sonu malûm işte. Çekme selfie, uzun yaşarsın kısacası. Görme engelli daha şık durabilirdi yalnız. Triesias için diyorum, öyle desem daha iyiydi. Hatırladım. Kalemi saçımdan kurtarmak için koydum telefonu kucağıma. Bununki nerede acaba? Cepler derin görünüyor, her şey mümkün.

Uzadı sessizlik. Döndüm ten rengi sükûnetime. Çiğ beyaz o da gerçi ama doğuştan hiç değilse, alışmaya vaktim oldu. Şimdi, bu işlerin acemisi masaya konmuş pahalı telefonla hava atar. Esas gösteriş telefonu hiç ortaya çıkarmamayı becerebilmektir: “Konuşmak gerekirse ben ararım, kimsenin telefonunu açma yükümlülüğüm yok” anlamına gelir. Tüm ilişkilerimde patron benim demek oluyor yani; bu da doğuştan gelen bir diğer renk, zor sonradan. Neyse, en iyi savunma saldırıdır derler; 

“Kitaba bakabildiniz mi dün gece?” dedim. 

“Sen diyebilirsin bana, çalışma arkadaşıyız artık” 

Orası belli değil daha. Ayrıca ben tabii ki diyebilirim ama bakalım sen diyebilir misin? Sırf yaşça büyük olduğu için önüne gelenle senli benli konuşabileceğini sananları – insan veya kertenkele fark etmez- tuhaf buluyorum. Eskiden böyle değildi. Mâide Hanım Teyze vardı mesela; “İnayetçiğim semizotuna yoğurt almaz mısınız?” derdi. Yedi yaşındaydım. “Mâide Hanım Teyzeciğim bana sen diyebilirsiniz.” demiştim. Elini hayretle başıma koyup “Elbette diyebilirim yavrucuğum ama henüz o kadar tanışmıyoruz” demişti. Öldü gitti şimdi de kocaman mavi gözlerini ayıplayarak açışını hâlâ hatırlarım. Bir de hafif Kıbrıs aksanıyla dekoltesini. Bunu diyen kadın dört yaşımdan beri bana bakıyor yani, öyle düşünmeye çalışın. Bu hesaba göre, ortada yaş farkı varsa, senli benli olma işlerinde kıstasım asgari üç senedir denebilir. Her hâlükârda bir hafta kısa gelir.

“Böyle iyi, teşekkür ederim” dedim.

Soğuk oldu biraz, olsun. Önemli kararların arifesinde prensiplerinize sıkı sıkı sarılmalısınız. Zaten sırtımızda nemli saçla yakalandık karar anına. Atamıyorum elimi ama dolmakalemin kapağı duruyor kafamda bir yerde. Dursun. Şekli bozup savunmamda gedik açamam şu anda. 

“Nasıl istersen İnayet, izin verirsen ben böyle devam edeyim?” dedi Bıyık.

“Estağfurullah, siz nasıl münasip görüyorsanız” dedi aile terbiyem.

“Gece bitirdim ben kitabı. El yazmaları için fikrim değişmedi, bana tercüme edecek birine ihtiyacım var kesinlikle. Akşamki teklifimde ısrarcıyım o yüzden…”

Kal bir hafta daha dedi bana bu dün akşamüzeri. Kitapla ilgili kastettiği iş ama belirsiz hâlâ. Zaten ilişkimizin düzeyi düşünüldüğünde tekliften çok teklifsizlik sayılabilir ne istiyorsa.

Hazır ortam sakinken elimizdeki olguları soğukkanlılıkla gözden geçirmeye karar veriyorum. Her şeyden önce, elindeki kapaksız kalemi bir bırak masanın üstüne mürekkebini mıcırdatmadan. Tamam.  Uyduruyor bence. Neresinden baksan en az üç yüz sayfa o kitap. Dün öğlen ortaya çıktığına göre akşam yemeğinden bu saate kadar hepsini okumuş olamaz. Diğer ihtimal, Bıyık benden hızlı okuyor ki kolay kabul edebileceğim bir durum değil, sıkı okurum ben. Altı gün için sekiz kitap getirdim diyeyim yani. Kitap Türkçe. El yazması dediği, mühendisin kitabın boşluklarına aldığı notlar olabilir, onlar zaten Türkçe. Pekiyi neyi tercüme ettireceksin sen bana bıyıklı balkabağı? Kafası büyük biraz bunun vücuduna göre, o bakımdan.

Sessiz. Cevap bekliyor anladığım kadarıyla.

Kazadan sonra -katliam manasında kullanıyorum- bir patron ve sekiz mühendis tutuklandı. Sayamadığım kadar da tutuksuz mühendis ve tekniker sanık var. İçlerinden sadece birisi, iki kere ek süre isteyen mühendis -kitap onun- sorgu vermedi mahkemede. Daha doğrusu bu celse vermesi bekleniyormuş ama dün değil evvelsi gün bir nevi kalıcı susma hakkı kullandı diyebiliriz. Duruşmaya gelmeyip asmış adamcağız kendini Ceza İnfaz Kurumu’nda.

“Hapishanede” diye düzeltti Bıyık. Bana bakıyor. Hey ya Rabbim! Neyi içimden neyi dışımdan söylüyorum diye karnıma ağrı gireceğine konuşayım ben artık şu adamla açıktan;

“Bu da mı perhize dahil?” dedim.

Perhiz bunun lafı. İlk geldiğimiz gün, bilgilendirme toplantısında sorduğumuz bazı soruları beğenmeyince; “Kavram perhizi yapın biraz, nasıl konuşursanız bir süre sonra öyle düşünmeye başlarsınız” demişti. 

Emin olamadım. İnsan konuştuğu gibi mi düşünür; yoksa düşündüğü gibi mi konuşur? Bakmak lâzım. Sonuçta elimize bir liste vermedilerse bile mantığını kaptım galiba, deniyorum işte mümkün olduğu kadar. Hapishane. Pekâlâ.

“Hapishanede” diye tekrar ettim kitaba bakarak. 

Gülümsüyor.

İki yanağında da gamze var. İlginç. Xebat gelmedi hâlâ. Bu arada bahçe kalabalıklaşmış, arka masaların sesi geliyor. Toplantıyı burada mı yapacak bunlar? 

Dağıtmıyoruz biz dikkatimizi, bakıyor adam. 

“Siz dün kalkıp cenazesine gitmişsiniz…”

“Hayır. Kadın beni cenazeye çağırdı haber yollayıp”

“Tamam işte, siz de gittiniz. Kadın, annesi yani size bu kitabı verdi.”

“Evet.” dedi.

Gülümseme kaybolunca tekrar yaşını gösteriyor. Otuz tane avukatın arasından niye sadece bunu özel olarak çağırdı acaba kadın? Kafayı takmış olması lâzım. İzlediğim duruşmaları düşününce yapmamıştır kadını kinlendirecek bir şey diyemiyorum. Aynı tarafta değilseniz tarzı gıcık edebilir insanı. Annem bana hamileyken, ananem bebek gamzeli olsun diye arkasından sessizce yaklaşıp iki yarım ayvayı yanaklarına basmış. Doğulu dediğim bu kafa işte. Yapmaz yani Kanadalı bunu gebe kadına diyorum. Kadın, annem yani, o kadar korkmuş ki beni düşürüyormuş. Gamze falan hak getire tabii. Dedem çok kızmış. Bununkiler ayva çukuru gibi durmuyor, çok geniş, kafa da büyük olunca haliyle tropikal bir meyve lâzım.

Xebat göründü. Telefonumu sallıyor uzaktan, gelmedi yanımıza, arkaya yürüyor. Xebat’ın gamzesi yok. Gülümseme de yok bu sefer. Bu ciddi haller Bıyık’la görüşmemizin resmi olduğu ve kesilemeyeceği anlamına geliyor olabilir. Madem öyle, dün duyduklarımın acımasız bir özetiyle devam ediyorum;

“Kadın, katil dediniz oğluma, haksız yere suçladınız, benim oğlum masumdu, kaldıramadı hakareti dedi size…”

Yüzüne bakıyorum; gözlerini kısmış biraz. Gölgedeyiz aslında şimdilik, başka bir ifade yok gibi, dinliyor.

“…hapishanede notlar yazmış bu kitabın içine, söyletmediniz mahkemede, alın okuyun dert olsun içinize dedi kitabı verirken…”

Aslında kadın; “inşallah sen de yaşarsın evlat acısını Allah’ın cezası!” demiş, Bıyık “Benim çocuğum yok, gerek de yok, her gün dört yüz otuz iki tane yetimin gözüne bakıyorum…” demiş diyorlar. Caminin avlusunda bu minvalde bir iki sert diyalog daha var anlatıldığına göre. Almış yine de getirmiş kitabı. Ayrıntıya girip tadını kaçırmadan özetleyeyim diyorum ama tehlike yok anlaşılan, gamzeler geri geliyor. Hindistan cevizinin yarısıyla korkutulmuş olabilir bunun annesi.

“Tam böyle olmadı ama ana fikri tutturdun” diyor.

Ha mutluyuz, devam o zaman;

“Siz alıp akşam okudunuz, dert oldu, bir de ben okuyayım bana da dert olsun, sonra oturup dertleşelim diyorsunuz” diye bağladım özeti.

Kabul, biraz saldırganca oldu fakat benden ne istediğini düzgün tarif etmesi lâzım artık bu adamın.

“Galiba tam tersi” dedi.

“Yani?”

“Yani, okudum hepsini, dert filan da olmadı. Sorun orada başlıyor.” İlginç.

“Nasıl bir sorun o acaba?”

“Iııh… Dosya çok kalabalık. Binlerce sayfa teknik evrak var… Vaktim yok benim buna ayıracak.”

“Anladım.” diyorum. Ee, okudum diyorsun hepsini dün gece, ayırmışsın işte vakit? Gerçekten altından kalkılması zor büyük bir dava bu fakat samimi değil. Meselenin sırrı o “Iııh…” kısmında. Duruşmada dinledim, sular seller gibi kesintisiz çalıyor bu bıyıklı gramofon, öyle pespaye duraksamalar buna göre değil. Bir şey söyleyecekti, vazgeçip “vaktim yok” diye kıvırdı bence. Sorulmaz tabii doğrudan.  

“İyi de ben ne anlarım madencilik fakültesi dördüncü sınıf ders kitabından?” dedim hiç oralı değilmiş gibi. “…dosyayı bile sizin anlattığınız kadar biliyorum…”

Söyleyecekse kendi söylesin.

“Boş ver sen dosyayı, el yazmalarına bak; bu çocuk niye astı kendini onu bulmak lâzım” diyor.

Zorlama beni, dökül ne diyeceksen bıyıklı gizem, uçak saatim yaklaşıyor. Söyledim mi bilmiyorum ama ipli bir gözlüğü var bunun. Duruma göre takıp çıkarıyor konuşurken. Okurken takıyor desen, yakın gözlüğü bile olmayabilir. Tanırım ben yakın gözlüğünü; ömrüm iki tanesinin tam ortasında yakından bakılarak geçti. 

“Okunamıyorsa temize çekse bir arkadaş o notları, öyle baksanız?” dedim kasmaya devam ederek. Bakalım kırabilecek miyiz gizemini. Aslında biraz zamanım olsa o gözlüğü ne zaman takıp ne diye çıkarıp durduğunu da çözerim ben bunun; indi şimdi. Kesinlikle hipermetrop camı değil, tak sürekli, niye ipe bağlayıp boynuna asıyorsun?

“Okuyamadım demedim. Gayet okunaklı. Orada bir yerlerde olduğunu sandığım lâkin açık edilmemiş şey lâzım bana: Niye intihar etmiş?”

Lâkin mi? İki yıldır ilk defa duyuyor olabilirim. Derin çekti, bıraktı dumanı. Vişne yok. Karışık çiçek belki altta biraz Latakia. Haydi bakalım. Sabahtan beri sigara içmedim. Lâkin paket kaldı zaten yukarıda. Adam “lâkin” dedi gerçekten konuşurken! Niye intihar etmiş? Çiçekle yumuşatmaya çalışmış olabilir, serttir Lazkiye tütünü. Ver bir fırt çekeyim şu pipodan denmez, açık görgüsüzlük. Dedem olsa “Münasebetsizlik etme İnayet” derdi.

Ettim ben yine de;

“Annesinin tahminini yeterince tatmin edici bulmadınız mı?” diye sordum.

Tamam tütün yoksunluğu tahrik edildiğinde münasebetsizlik eğilimini artırıyor olabilir ama vicdan yerine kehribar taşlı yüzük taşıyorsan da sorarlar adama nitekim. Öyle önüne geleni “Katil!” diye yaftalarsan, içlerinden biri çok alınıp kendini astığında sorumluluktan yan çizmeyeceksin. Fakat tam emin olamıyorum, akik de olabilir yüzüğün taşı, uğur getirir derler.

“Sen yeterli buluyor musun?” diye sordu.

Ben yeterli buldum mu? Bana katil desen gidip kendimi asar mıyım manasındaysa hayır ama adam kendine yetecek kadar gocunup asmış yani!? Hiç mi sorumluluğun yok netice itibarıyla? Neyse artık. Üstelemedim. Ölünün annesine cenazede pabuç bırakmamış bu bıyıklı metanetin bana “çok üzgünüm” diyecek hali yok herhalde?

Gereksiz soruyu duymazdan gelip;

“Yanlışım varsa düzeltin, şöyle anladım…” diyorum. “…aradığımız her neyse, elimizdeki tutuklu tutuksuz elli mühendisin ifadesinde yok. Bilirkişi raporlarında yok. Tanık beyanlarında, dosyadaki belgelerde de bulamıyoruz…”

Gözler hafif kısıldı yine, tik olabilir. “Devam et” anlamına gelecek daha kaliteli bir jest bekliyorum, şöyle başla veya gözle? Yok. Domuzluğundan değilse diyalog alışkanlığı zayıf olabilir. İki ihtimal de son derece rahatsız edici. Sürdürüyorum mecburen; “…ölü bir mühendisin, o da açıktan söylemeyip, bu kitabın bir kenarına not düşmüş olabileceğini sanıyoruz, öyle mi?”

İşin benimle ilgili kısmına gelemedik bile daha. Anlatabildim herhalde abesle iştigalin boyutunu! Bir araba lafa karşılık;

“Ölü değil, müntehir” dedi.

Bu bıyık eski adam gerçekten. Benim yerime başkası olsa “Neymiş o?” diyebilir. Ben demem. Dedemin en küçük kardeşi intihar etmiş, çok önce yani, ben doğmadan. Tanımayanların bulunduğu bir yerde ondan söz etmek zorunda kalırsa “rahmetli” demek yerine “müntehir” derdi. Ananem çok üzülürdü bu ısrarına. Garip sertlikleri vardı dedemin; “Kendisi rahmet istememiş, bizim işimiz değil” demişti bir gün bana. İntihar eden demek müntehir.

“Madem dert etmiyorsunuz, öyle veya böyle ölmüş olmasının ne farkı var? Ölü değil mi sonuçta?” dedim. Cidden meraklanmış durumdayım bunun derdine. Ne ara çıkarttıysa, gözlük takıldı yine; “Şöyle fark var, doğal ölüm sessizliktir; intihardaysa bir tür ifade gayreti olabilir. İletişim tarzını takdir ettiğimden değil ama kendisini öldürerek söylemeye çalıştığı her neyse bilmek istiyorum…”

Tarzını takdir etmiyormuş! Bıyıklı betonarme vicdan! Şunun ettiği lafa bak ölünün arkasından. Devam edecek gibi durduğundan bekliyorum; “…sadece o notlarda tek başıma bulabileceğimi sanmıyorum.”

Nihayet günün sorusuna gelebildik. 

“Niye ben?” dedim. 

Ya soru tam yerini buldu ya da hemoroidi var, sola doğru kaykılıp oturma biçimini değiştirdi. 

“Emily Dickinson sever misin İnayet?”

Buyurun bakalım. Hiç cevap vermedim. Gel nereden geliyorsan. 

“Başka bir kalp gidemez 

 Kırık bir kalbe  

Aynı yüksek imtiyazdan 

Mustarip olmadıkça kendisi de” 

 

Şiir okurken gözlüğe üçüncü bir pozisyon daha buldu. Takılı ama biraz burnuna düşürmüş, üstünden bakıyor gözlüğün. İlk kelimelerle birlikte İngilizcesinden tekrar ediyorum içimden; kesinlikle içimden, dudağımı bile kıpırdatmadım.

“Yani?” dedim bitince.

“Yanisi İnayetçiğim, geçtiğimiz hafta boyunca yaralı hayvan yavrusu gibi hepimize diş gösterebildiğine göre, şu hassasiyetini biraz kitaba yöneltsen buluruz belki çocuğun intiharında bir anlam” dedi bıyıklı pislik! Yaralı hayvan yavrusu! Soluğum kesildiği için duraksamamı da devam edebileceğine yordu;

“Niye sen? Sen de incinebiliyorsun hâlâ gördüğüm kadarıyla, müntehirle ortak imtiyazınız budur benim algıladığım…”

Gözlerim dolar gibi oldu ama sinirden de olur bende, göz makyajı, her neyse; demek yaralı yavru?! Bak bunu beklemiyordum işte. Cevaptan çok refleksle;

“Siz daha uzman gibisiniz ama genellikle yırtıcı hayvanların algısı açık olur yaralı hayvan davranışlarına?” dedim; yakalayıp yemek için demedim artık. Gözümdeki buğudan göremiyorum ama üstünden bakmaya devam ediyor galiba gözlüğün.

“Besicilerle veterinerlerin de dikkatini çeker yaralı yavrular İnayet, yine de haklısın, şu anda yırtıcılıktan olabilir benimki…” dedi.

Gözüne kestirdi yiyecek beni o zaman bu! Sen bana tek gözle bakmışsın vaşak bıyığı! Ben senin bildiğin o kolay ağlayan çıtkırıldımlardan değilim. Yaralı yavruymuş! Saçımdaki kapağı bulup asıldım. Çok canım yandı. Olmaması gereken bir anda gözünüz dolarsa bükün bir yerinizi canınız acısın. Çok faydalı olur gereksiz duygusallaşmaya. Çıkmadı yalnız kapak. Bunun lafı da bitmemiş;

“Yirmi yıldır ölülerin avukatlığını yapıyorum ben İnayet, işçi katillerine empati geliştirebilecek ruh halinde değilim…”

“Bana ne! Benden ne istiyorsun!” diye çemkireceğim ama çıkmıyor sesim. “Ölünün avukatı olmaz, biz de hukuk okuduk, bitiyor ölünce vekalet ilişkisi” de diyeceğim insan sesi çıkarabilsem. Olmayınca o devam ediyor;

“Katil dememe bozulup intihar ettiyse, sadece katil değilmiş kafası da çalışmıyormuş demektir. Boş lafa karnım tok. Ben öyle kolay incinmem, soyut masumiyete de inanmıyorum. Bu gittiyse, kalanlarla hesap görürüm.”

Kan davası güdüyor resmen! Şaşkınlığım artınca duygusallığım geçti. İntihar ederek intikamından korunmuş muamelesi yapıyor adama. İlginç. Kabul edilemez göründüğünü biliyorum; senin vereceğin ceza ne ki yani? Öldü adam. Gerçekten ilginç. Nefesim düzeldi biraz.

“Ölüp gittiğine göre, sorununuz bitmiştir herhalde?” dedim saçmalamayı kesmesini umarak.

“Söyledim, yeni başladı sorun. Bana kendini öldürecek kadar ısrarla söylemeye çalıştığı neyse öğrenmek istiyorum…”

Öğrenmek mi? Merak mı yani? Merak bu kadar vahşileştirebilir mi insanı? Mümkün demek ki. “…söylediğini ciddiye alacağımdan değil, tarzı dikkatimi çektiğinden” diye tamamlayıp yaslanıyor arkasına.

Ben yanılmışım.

Kadının o kadar avukatın arasından bunu ayırt edip cenazeye çağırmasına şaşırmamak lâzım. Bu adamın sorunu merak değil, kibir! Dehşet verici. Yaşamına son vermiş bir insanın, bunu, sırf onun dikkatini çekmek için yapmış olabileceğine mi inanıyor? Öyle görünüyor ama belki başka bir hastalığı vardır. Niyeti her neyse en güzeli uzak durmak, canını acıtabilir insanın bu kibir. Yöntem dikkatini çekmiş! Laf sokma isteğinin yakıcılığına son kez yeniliyorum;

“Okudum, buldum diyelim merak ettiğinizi, beni ciddiye almanız için hangi yöntemle dikkatinizi çekmemi bekliyorsunuz acaba?” diye tısladım. Elimi de boğazıma götürmüş bulunmam kastımı aşmış olabilir. Aslında farkında olmadan gitti elim yöntem derken. İşte bu gerçekten yaralı yavru sesini andırdı kesin. Duyguların verdiği alarmın akla ulaşması vakit alıyor ama sese hızlı yapışıyor demek ki, sesim “kaç git buradan!” diye uyarıyor.

“Adam artık bu davanın parçası değil İnayet, ne aklanabilir ne de cezalandırılabilir. Yasını tutacak değilim lâkin bu davada kimsenin söyleyeceğini ima edip ortada bırakmasına izin veremeyiz, öylece unutamam.” dedi.

Unutmak deyince ürperdim: “Non pas absous ni condamné notez bien; perdu” çakıp kayboldu. Nereden şimdi bu? Ne bağışlanmış ne de hüküm giymişse aman dikkat: Kaybolmuş demektir. Her türlü cezanın ötesinde bir terkedilişin dehşeti. Tanrının hafızasından silinmek!

Sorumun cevabını vermediğinin farkında, indi gözlük;

“Dikkatimi çekmeyi başardığın için konuşuyoruz, özel bir şey yapman gerekmiyor…”

İlgimi çektinden çok gözüme battın gibi okumak eğilimindeyim ifadesiz suratı.

“…yakalarsan anlamlı bir şey, göz ardı etmeyeceğime güvenebilirsin. Senin gözünden bakmayı denerim masumiyet meselesine. Daha fazlasına söz veremem. Kalmak için yeterli görürsen, yapabileceğim budur” dedi.

Sonra ayağa kalktı yavaşça, pipoyu ağzına alıp iki elini birden Maide Hanım Teyze şefkatiyle kafama koydu, kapağı saçımdan kurtardı, masanın üzerindeki kaleme takıp çevirdi, bana uzattı.

“Oku kitabı da varsa bulup yaz şunu benim için lütfen” 

Aldım kalemi, koydum masaya.

Ayakta bekliyor. Güneş masada artık. Ihlamur ağacının yapraklarından sırtına cam kırıkları gibi ışık dökülüyor. Hem güveneyim istiyorsun hem de söz veremiyorsun öyle mi? İlginçmiş. Tanıdık aslında yaralı yavrular için. Kısa bir an, vaşakla veterinerin görüntüleri üst üste biniyor güneş gözümü alınca. Ne söylemiş oldun şimdi sen bana? Hiç ve saçımdaki kapağı ne zaman fark ettin acaba? Geçti sonra. Alarm aklıma ulaştı. Öğleden sonra uçağın var senin, atla git kendin çöz düğümlerini İnayet, baytarlık iş değil.

Ayakta hâlâ.

Ben de ayağa kalkıp not defterimle kalemimi, telefonu topladım masadan. Kahve fincanı dursun, içilecek gibi değildi zaten. Hayatımın olağan akışını -gidiş ve dönüş mesela- yeniden kontrol altına alabilmiş olmanın ferahlığıyla saçımı bile kurumuş hissettim. Belki gerçekten kurumuştur sinirden. Karar verebilirim o zaman. Geçti tehlike, gidiyorum buradan. Çakan Origenes’ti sanırım; “Kıskançlığım seni terk edecek…” diyen Tanrı. Ne tür bir Tanrı unutur? Akıl almaz. Elbette ölümden büyük ceza var, unutulmak.

O sırada -hiç nedensiz- “iki şartım var” dendiğini duydum. Kulaklarına inanamamak diye bir laf var. Düşündüğümüzü veya hissettiğimizi değil söylediğimizi duyabiliyor ancak bu şekilsiz organ. Duyduğuma göre söyledim demek ki gerçekten!

“Kabul ediyorum” dedi.

Allah cezanı versin İnayet senin, yangın merdiveninin kapısı da kilitlendi.

“Duymadınız bile daha!?”

“Marifet duymadan kabul etmekte” dedi Hindistan cevizi kraterlerinin arasından.

“Ne yazacaksam sadece size gösteririm ve otelde kalırım” 

Aslında miyop gözlüğünü -miyop bence- iple boynuna asacağına sürekli taksa, kaz ayakları bu kadar derinleşmez, en azından dikkatle bakarken gözlerini böyle kısmak zorunda kalmayabilir. 

“Otel niyeymiş?”

“Saç kurutma makinesi istiyorum” diyebildim. Aferin İnayet! Bari düşerken koruyabilseydin biraz haysiyetini. Saç kurutma makinesiymiş! Sefilliğim bir kez daha gamzelerle ödüllendirildi;

“Burada kal, sana saç kurutma makinesi alayım” dedi Bıyık.

Getirseydin büyük çiçekli pijamayı da keşke. Neticede ya beni sütten erken kesmişler yahut perhiz yüzünden solculara benzemeye başladım. Hangi nedenle zayıf düştüysem artık korkarım tam da o nedenle tercih ediliyorum bu kez. Yaralı yavruymuş! Bir hafta daha maruz kalmaktan ölmem herhalde bu bıyıklı çokbilmişe, Kanada’nın da vardır solcusu, egzersiz olur.

Kaçırılacak uçağın hüznü tortu gibi birikmeye başladı dilime ama tanımadığım tatlar da var içinde. Asıl belden aşağı gelen Emily Dickinson oldu; o tiple Emily okuyor adam, ilginç yani.

Uydurmuyorsam yakında bir yerden çello sesi geliyor. Mümkün mü? Evet. Haksızlık ettim demin, hem fazla çirkin değildir hem de gayet iyi işitir benim kulağım, haber programı cingılı, tepemize asılı televizyonu açmışlar.

Kaçırılmış bütün uçakların kabin içi anonsları boşlukta iki dilde yankılanırken, sağ elimi masadaki kitabın üstüne koyup, uçuş kartı bankolarının kapanma gongunu andıran bir sesle eşlik ediyorum çelloya;

“Anlaştık o zaman.”