İnayet

Apokrif Okuyucusu

“Ama beni iyi dinle çocuğum!” dedi Havva oğlu Şît’e: “Benim ve babanın hikâyesini hem taştan hem de kilden tabletlere yazmalısın. Eğer Râb ırkımızı suyla yargılarsa kil tabletler erir, taş tabletler kalır fakat ateşle yargılanırsak, taş tabletler kırılır kil tabletler ise pişip sertleşerek dayanır…” 

Bu esnada, kaydedilerek saklanmaya değer bir hikâyeye duyulan arzuyu iliklerine kadar hisseden İnayet, içinden, “Âmin” dedi. Hukuk ile edebiyatın tarih mahkemesinde imtihanı üzerine süren sohbetin oturaklı havasına uygun, edepli bir tavır takınmaya -şimdilik- gayret göstermiş olmakla beraber sormadan da edemedi: “Pekâlâ; bu davada Dilekçe mi yoksa Roman mı zamana daha iyi direnir diyorsunuz? Zamana yani…”

Bugün baktığımız yerden bir insanın aksanını bu kısacık cümle yüzünden “San Fernando Vadi Ağzı” diye yaftalamak haksızlık gibi görünebilir. Ancak cümle sonunda durduk yere kullanılması alışkanlık edinilmiş “yani” bağlacının, cümleyi bir yere bağlamadığının görmezden gelinmesi her çağda belli ölçüde çaba gerektirmiştir. Zaman veya mekân bu çabamıza nadiren destek olur; belki müzik varsa. Radyo kapalıydı. “Zaten” çekmiyordu. 

Kızın tam karşısında gevşekçe yerleştiği divanda sola doğru kaykılarak oturma biçimini değiştirirken; “Havva annemizin de buyurduğu gibi onu yargı gününde göreceğiz çocuğum…” dedi bıyıklı Apokrif okuyucusu.

Genellikle bıyıklı olur bunlar. 

Divan dediğimiz, yere çakılı demir somyanın üzerine atılmış çökük bir şilte ile üzerine örtülmüş battaniyeden ibaretti; kız elbette çocuğu değildi, akrabalıkları bile yoktu. Diz eklemlerinde uzun süredir kireçlenme varmış ve kır bıyığının uçları tütünden sararmış gibi davranmaya çalışmasına rağmen adam ne kireçlenmiş ne de kırlaşmıştı. İşin aslı genç kadınlardan korkardı. Çokça vardır bu adamlardan. Haklarında: “Sadece oyun için çok yaşlı, isteksiz kalmak içinse çok genç” denmiştir. Dar mekânda tam karşısına düşen plastik sandalyede teklifsizce ayak ayak üstüne atmış genç kadına dair endişesi cehaletindendi ve zaten sınırlı dünya hayatının acısı da bu değil midir?

Yahut şöyle diyelim; kendisini bir kadının anlatacağı bu hikâyeyi dinlemek için hâlâ genç, fakat içinde bu kadının geçeceği bir hikâye yazmak için hayli yaşlı hissediyordu. Terbiye dairesinde kalınmak kaydıyla, kadınlara ilişkin daha nazik meselelerde bile bu kıyasın işe yaraması mümkündür.

Her neyse artık.

Adamın gözüne düpedüz pek genç görünmekle birlikte, şöyle boydan bakan alıcı gözler için hiç de çocuğu andırmayan İnayet tek kaşını kaldırarak ki bunu yapabilenler vardır hakikaten “Hepimiz görebilecek miyiz bari?” diye söylendi;”… şu meşhur yargı gününü yani?”

Kendi kaşları ortasından bitişik olduğundan, insan tabiatına aykırı bulduğu bu mimikten duyduğu huzursuzluk bir yana bırakıldığında, karşısındakinden korkmakta ne kadar haklı olduğunu derinden kavrayarak “çok farklıyız” diye ürperdi adamcağız. 

Aralarındaki yaş farkı otuza yakın sayılırdı. Kastedilenin o olmadığını bildiğinden gocunmadı. Diğer yandan kızın sesinde -yine kötü niyet bulunmadığı gönül ehline aşikâr bulunmakla birlikte- sanki bu sefer gerçekten biraz edepsizlik etme isteği saklanamadığından mıdır nedir, naçar, sessizlik oldu.

Kız ayağını değiştirdi, adamın gözlük camları buğulandı. O sırada burnunun üstünde durmaktaysa da takmadığı vakitler gözlüğü diş ipiyle boynuna asmayı alışkanlık edinmişti. İmkânsızlıktan doğan ikameler. Daha iyi günleri olduğunu hatırlıyordu ve yoksunluğu bu yaştaki kimselerde gayet yanıltıcı biçimde kalenderlik etkisi yaratan bir tür tevekkül yoluyla katlanılabilir kılan, genellikle hafızanın böyle borçlarıdır. 

Tereddüt ânı dağılınca canlanarak: “Mutlaka göreceğiz, hatta görmekteyiz…” dedi Bıyık; “… kıyameti bu tarzda, yani uzak gelecekte hayâl etmemizin sebebi tamamen kusurlu zaman algımızdır. Aslında o daimî bir sıkıyönetim mahkemesidir. Kıyam hâlindeyiz ve her gün son yargı huzurundayız zaten!” 

Açıkça intihal olmakla birlikte bu onun tarihsel devrimci durum tarifiydi. İlginç denebilir, ileride denecekti de.

Yapmaktayız, etmekteyiz, bulunmaktayız… 

O şiltede beş yüz gündür tek başına oturmuş battaniyenin üzerindeki iri harfleri inceleyen kendisi değilmiş gibi, kolektif konuşma alışkanlığını terk etmemişti. Dil böyledir; asla yalnız kalmanıza izin vermeyen bir toplumsallık. 

Düşündü. Ancak dille düşünülebildiğine, onu da başkalarıyla paylaştığımıza göre aslında yalnız kalınamaz. Kendisiyle baş başa kalanın kendisine tahammül gayreti bile diyalog sayılır. O sebepten; “Daha yalnız olunurdu / olmasaydı yalnızlık” buyurulmuştur. Doğru söze ne denir? Yine de düşündü. 

Soldaki “C” ile sağdaki “E” ortada kollarını açmış toraman “T”ye sığınmış gibi duruyordu. Hepi topu üç harf ama belki onlar da kendilerinden “Biz” diye söz ediyordur; hepimiz çoklukla malûl değil miyiz?

Battaniye, normalde kişileştirmeyi gereksiz kılacak kadar makine dokuması, duygusal ilişkiyi zayıflatacak ölçüde elyaftı. Belki her türden zimmet kaydı cins isimleri özel isme çevirdiğinden, battaniyenin hükmi bir şahsiyete sahip olduğu kabul edilebilir.

“Siz?” dedi kız, bu sefer “yani”siz ama yine kaş altından. 

Yazıda anlamak kolaydır zira işaret var. Duyduğu ikinci çoğul şahıs hitabının soru olduğunu adama gammazlayansa kaş oldu. Yahut kalkık kaşı cevabını bildiği bir sorunun işareti kabul etti diyelim. Gençliğinde devlet okullarında maruz kaldığı kusurlu divan edebiyatı klişelerinin yönlendirmesiyle kaşı çekilmiş yay, kirpiği kendisini hedef almış ok formunda tahayyül etmekten kurtulması vakit gerektirdiğinden, cevabı az da olsa geciktirmiş sayılabilir. 

Apokrif okuyucusu, kaşa kendi kaderini tayin hakkı tanıyacak kadar sosyalistse de kaşın yüzle federatif bağını bu kadar umursamazca gevşetebilmesine hüzünlendi. Oysa yalnız kendi kaderini değil kendi kederini tayin etmek de haktır. Zaten sözü edilen bizzat sol kaştı. 

“Ben…” dedi, bu sefer dilin toplumsal yükünden sıyrılıp mesafeyi kısaltarak; “… sıram geldiğinde dilekçe yazmıştım, duruşmalarda konuştum, dövüştüğüm de oldu. Sıra şimdi sendeyse nazlanmadan anlatman icap eder…” Sıyrılabildi mi kalabalıktan? Hayır. Kişisel tarih yoktur. Sen ve o hep olacaktır; ben demek ikiyi bire indirmez üçe çıkarır.  Bütün bunları, vaat edilen hikâyedeki tekinsizliği görmezden gelmeyen tehditkâr bir yumuşaklıkta -zaten pek de nazlanacak gibi durmayan kıza- tek seferde söyleyiverdi: “… yaz işte.”

Tevazu sahteydi. Adam geçmişte sıkı dövüşmüştü, hâlâ dövüşecek gücü bulunduğunun gayet farkındaydı. İnsanlar genellikle gösterdiklerinden az, göründüklerinden fazladır.

İşte roman yazma kararı böyle alındı. 

En azından buraya kadarı anlattığımız gibiydi veya artık her ne olduysa, avama aktarılması münasip bir versiyonu şimdi burada söylenmiş olsun. Sonunu bağlayışından tahmin edilebileceği üzere daha lafı bitirmeden korkusu kaybolmuş, endişesi azalmış, kararını vermişti: Kız anlatsındı. 

Hikâyeyi bir kere de taşa yazmak? Neden olmasın? En nihayetinde biçim bu. Aklına Flaubert düşmüş olabilir: “Anlatacak ne çok şey var ama maalesef az biçime sahibiz.” Hukuk veya edebiyat; kile ya da taşa. Hepsi tarih meleğinin korkmuş şaşı gözleri için notlar.

Pekâlâ. 

Küçük bir tedirginlik kaldı. Kimdi bu kız? Niye güvensindi? Eğer demin gerçekten Flaubert’i hatırladıysa “Ona da sormuşlardı” diye gülmüştür muhtemelen. Keskin nane kokusu düşüncelerini toplamasına izin vermediği için cevabı bilmiyoruz. Diş ipi naneli, gözlük ipi yasaktı. 

Devamı kayıpsa da öyle anlaşılıyor ki korkusunu bir defa yenince: “İnsan yahu bu da neticede; ne kadar yabancı olabilir ki bana?” diye kıza kanı kaynamış bıyıklı fakirin. 

Hata ama yalnızlık yalnızın arkadaşıysa cehalet de cahilin sermayesidir. Gözünü karartıp bundan sonrasını kıza anlattırmış görünüyor.

Kız gidince battaniyenin havını eliyle ters yöne taradığını hayal edebiliriz. Harflerin ne yeri ne sırası değişir elbette, ışık değişmiştir sadece. 

Hafıza bazı konularda borçlu değil alacaklıdır. Öleni geri getiremezsiniz ama olanı bir başka ışıkta çağırmanıza engel değildir bu sınır. Gerçekte ne olduğunu bilmeyi değil, gerçeğin –o kısa çakım anında- göz tarafından nasıl ele geçirilebileceğini öğrenmeyi yeterli bulanlar için tarihin imtihanı buldur.  

Kendisini bildiğinden beri havı hep tersine taramıştı. Işık vardır. Yaratılamaz, yok edilemez. İrade gölgenin düşeceği yeri seçmektir. Seçim, ruhumuza haz verse de canımızı acıtır. Çünkü düşen bedenimizin gölgesidir ve o sırada tam orada hazır değilse ruh falan yoktur. 

Sadece, gerçeğin kimin gözüne parlamasını istediğini bilenler gövdelerini neyin önüne siper edeceklerini bulabilir. 

Kızın da bulabilmesini ummuştur, uyumadan önce.

[“Bu İşten Hiç Anlamayanların Roman Yazmaya Heves Etmesinin Gizli Sebepleri” başlıklı apokrif incelemesinden detay, Erken XXI. Yy, el yazması, Silivri Kapalı Hapishanesi Kütüphanesi; A-7-52]